aralık kalmış perdeden yüzüme vuran güneşin, göz kamaştırıcı ışığıyla uyandım. nerede olduğumu anlamak için, yattığım yerden doğrulmadan, odanın bakış açımda kalan kısmını inceledim. kafamı çevirdiğimde komodinin üzerinde duran eski çalar saate takıldı gözüm. saatin içinde, kafasını sallayan bir tavuk ve tavuğun etrafında iki tane sarı civciv vardı. saate uzanıp elime aldım. çocukluğuma kadar uzanan bir yolculuğa çıktı zihnim 8 saniyeliğine. sonra saati komodinin üzerine geri bırakıp yataktan kalktım.
gece çok içmiş olmalıydım. nerede olduğumu ya da oraya nasıl gittiğimi hatırlamıyordum. hafızamı zorladığımda aklıma gelen son şey, kocaman yeşil gözlerini gözlerime dikmiş "bir ihtimal daha var" şarkısını mırıldanan kadındı.
masada ikimiz dışında biri daha vardı. aramızdaki şeyin ne olduğunu çözmeye çalışan ve meraklı gözlerle bizi inceleyen mendil satan kız. neden masamızdaydı?
rakı bardağını doldururken bir anlığına durdum ve ellerine baktım. elimi tutmak istermiş gibi masanın üzerine koydu sol elini. birden parmağındaki yüzüğü görüp geri çekti. hiçbir şey söylemeden bir sigara yaktım ve şarkıya eşlik ettim. "sen bir ömre bedelsin"
gecenin sonunu hatırlamıyorum. kaldırımın kenarına oturmuş, elinde ince topuklu kırmızı ayakkabılarını ve boş rakı bardağını tutan "ömre bedel" kadının yatağında açtım sabah gözlerimi. ama kendisi yoktu. kendi el yazısıyla yazılmış tek cümlelik bir not vardı yatak başlığına yapıştırılmış. "ben gelmeden gitme"
adını bilmiyordum. sormamıştım. o da benimkini sormamıştı. tesadüfen kesişmişti hayatlarımız da zaten. her cuma gittiğim meyhanede boş masa kalmadığını görüp umutsuzca kapıya yöneldiğim sırada, "oturabilirsiniz" cümlesiyle başlamıştı her şey. oturmuştum. hiç kalkmayacak gibi oturmuştum.
pek fazla konuşmazdık ama her cuma aynı meyhanede, aynı masada buluşurduk. hikayelerimizi hiç sormamış ve anlatmamıştık birbirimize. onu gördüğüm ilk anda, akmış makyajı ve parmağındaki alyans bütün hikayesini anlatıyordu zaten. fakat ben sıradan bir adamdım. nerede kaybolduğuma dair en ufak bir ipucu yoktu bakışlarımda. insanlarla da göz göze gelmeyi sevmezdim zaten.
biz şarkılarla konuşur, "akşam olur, hüzünlenirdik biz yine."
bir cuma gecesi her zamanki cuma geceleri gibi olacak sanıp açtım meyhanenin kapısını. dışarıda kuru bir ayaz, parmaklarım soğuktan morarmış.. geçip oturdum her zamanki masamıza. çoğunlukla benden önce gelirdi meyhaneye. o gece gelmemişti. garsonlar masa örtülerini toplamaya başlayana kadar bekledim gelecek diye. ama ne o cuma gecesi, ne de ondan sonraki cuma geceleri bir daha meyhaneye uğramadı.
aklımdan atamıyordum. gündüzleri de gitmeye başladım. sonra perşembeleri.. belki cumartesi geceleri orada olur diye cumartesileri de gittim. sonra haftanın bütün günleri. ama nafile. ismini bile bilmediğim o kadını bulmak için "bütün meyhanelerini dolaştım istanbul'un."
ve "kadehlerdeki dudak izlerinde" aradım.
birkaç kez garsonlara soracak oldum, sonra bu fikir bana saçma geldiğinden vazgeçtim. unutmaya çalıştım bir süre. kocaman yeşil gözlerini, ince parmaklarını, kırmızı ojelerini aklıma getirmemeye çalıştım. ismini bile bilmediğim o kadına aşık olmuştum. ve onu bulmama yetecek en ufak bir şey bilmiyordum hakkında. sonra hiç sormadığım için pişman oldum. adını, yaşını, neden ağladığını..
umudumu kesmiştim artık. hayattan da, kocaman yeşil gözlü kadından da. artık salı günleri gidiyordum meyhaneye. sanki o değil de, ben kaybolmuş gibi ortalıktan. gelse de, arasa da, bulamasın diye sanki.
bir gece meyhanenin kapısı açılınca çalan çanın sesi dikkatimi dağıttı ve istemsiz olarak kapıya yönelttim bakışlarımı. orada duruyordu. kapının tam önünde. yerimden fırlayıp ona doğru koşmak geldi içimden ama bir süre olayın şaşkınlığını üzerimden atamadım. bir şey söylemeden gelip oturdu yine masama. eliyle garsona işaret edip bir duble rakı söyledi. bir şeyler sormak istermiş gibi bakıyordum gözlerine. sorularımın cevaplarından korktuğum için hiçbir şey sormadım. hiç konuşmadan oturduk saatlerce. şarkılar her şeyi anlatıyordu yine.
(..devamı gelmeli.)