28 Nisan 2015 Salı

Merhaba Portekiz; ve hoşça kal..

"Dinim aşktır benim senin yüzünü gördüm göreli.
Benim dinim senin yüzünle övünür ey sevgili.
Bunu unutma, hatırla ama."

                                                               -Mevlana

Güneş göz kamaştıran parlaklığıyla yatağımın başucunda doğmuştu sanki. Gözlerimi zar zor aralayıp pencereye doğru baktım. Rüzgardan pencerenin dışına kadar kabarıp uçuşan perdeler nazlı bir gelinin duvağını andırıyordu. Okyanusun kokusu ve dalgaların sesi içimde hüzünle karışık bir mutluluk yarattı. Madeira'ya geleli bir hafta olmuştu ama yine de her sabah uyandığımda nerede olduğumu anlamam birkaç saniyemi alıyordu.

Yattığım yerden doğrulup komodinin üzerindeki sigara paketine uzandım. Bir sigara yakıp odayı baştan sona tekrar süzdüm. Her yer bembeyazdı. Her şey bembeyaz. Duvarlar, halılar, perdeler, çarşaflar.. Odada televizyon ve telefon yoktu. Tavandan yere kadar inen ve bir duvarı boylu boyunca kaplayan kocaman balkon penceresinden uçsuz bucaksız okyanus görünüyordu. Gözüm uzaklara daldığında koca bir hiçliğin ortasında buluyordum kendimi. Öyle sonsuz görünüyordu ki Atlas Okyanusu, kendimi küçücük hissediyordum bu ihtişamı karşısında.

Yine kaçmıştım işte uzaklara. Hem de depar atarak. Aşık olduğum ülkeyi, aşık olduğum adamla birlikte terk edip gitmiştim. Aşk, bana göre bir şey değildi sonuçta. Ancak benim gibi aşık olmayı beceremeyen insanlar "aşık olduğum adam" lafını kullanırdı çünkü cümle içinde. Sevgili değil, yar değil, yara değil; "aşık olduğum adam"dı o. Cümle içinde böylesi daha fiyakalı duruyordu. Çünkü "sevgili" terimi; hafife almak, sınır çizmek, bir kalıba sokmaya çalışmaktı ucu bucağı olmayan bir aşkı. Böylesi bir aşk, yedi harfli bir kelimeye sığamayacak kadar büyüktü oysa.

Yattığım yerden kalkıp pencereye doğru yürüdüm. Uçuşan tüllerin arasından sıyrılıp balkona çıktım. Bir sandalye çekip oturdum. Ayaklarımı balkon demirlerine uzatıp uzakları izlemeye koyuldum yine. Öyle bir hiçliğin içindeydim ki; o anda dünya dursa, yer çekimi yok olsa ve patır patır dökülmeye başlasak uzaya, ağzımı açıp da sitem etmezdim bu duruma. Dev bir dalganın karşıdan üzerime doğru geldiğini görsem, istifimi bozup da sandalyeden kalkmazdım bile. Öyle bir hiçlik.

Sanki zaman durmuştu. Zamanla birlikte her şey durmuştu. Koca dünyada bir ben, balkonun demirlerine ayaklarını uzatmış oturuyordum sanki o sandalyede. Tek başıma. Yapayalnız. Oysa yalnızlıktan hep nefret etmiştim. Sessizliğin o sesinden tiksinmiştim. Ama her zaman hissettiklerimin tam tersini yapmakta iyi bir ustaydım. Kendimi balkondan aşağı atıp, okyanusun dev dalgalarında yok olmak geçiyordu aklımdan ama kalkıp kahve yapmaya gittim mutfağa. Kahveden de nefret ediyordum aslında.

Kafamın içinde annemin son cümleleri yankılanıyordu. Kimseye haber vermeden gitmiştim ülkeden. Portekiz'e vardığımda, merak etmesin diye telefon ettim sadece anneme. Ben hiçbir şey anlatmasam da, o hep anlardı zaten ne olup bittiğini. "Daha ne kadar kaçabilirsin ki?" diye soruyordu bana. "Kendinden kaçamazsın!" diyordu. "Mutsuzluk atının terkisinde; nereye gidersen git onu da götüreceksin peşinden." Ne de doğru söylüyor diye düşünüyordum telefonu kapatırken. Ben istediğim, hayal ettiğim, arzuladığım hiçbir şey için savaşmıyordum. Hiçbirine, hiçbir şeye ya da hiç kimseye kavuşmak için uğraş vermiyordum. Çünkü onlar ben hayal ettiğim sürece güzeldi. Kavuştuğum vakit, hayal olmaktan çıkacaklardı.

Ne zaman böyle düşünsem, Simyacı romanı gelir aklıma. Yirmi kere okusam, yirmi kere daha okumak isterim. En sevdiğim romanlardan biridir. O kitapta bir karakter vardır hacca gitmek isteyen ama asla gitmeyen. İşte ona benzetirim kendimi. Çünkü hayallerim, ben hayal ettiğim sürece güzel. Gerçekleştiği zaman bütün güzelliği bozulacak. Böyle bir riske değer mi? "Hayallerinden vazgeçme" dedikleri tam olarak bu işte. En azından böyle yorumlamak daha güzel. Hayallerimden vazgeçmiyorum ben de. Hayal olarak kaldıkları sürece, onları her gün, her saat, her dakika, hatta her saniye düşünüyorum. Gerçeklik bu kadar saf ve kusursuz değil. O yüzden onlar hayal olarak kaldıkları sürece mutluluk veriyorlar.

Bütün bunları düşünürken kahveyi nasıl yaptığımın farkında değildim. Hazır bir şekilde tezgahın üzerinde bekliyordu. Fincanı alıp tekrar çıktım balkona, salondaki defter ve kalemi de yanıma alarak. Defterin bir cildinin en ortasındaki iki sayfayı dikkatlice söktüm dikişlerinden. Birkaç cümle karaladım, belki bir anlık bir deli cesaretiyle veririm postaya diye. Onu da rüzgar alıp savurdu sahile. Ama hala aklımda o birkaç cümle. Tesadüf bu ya, belki benim yazdığımı bilmeden, belki benim bunları sana yazdığımı bilmeden, okursun bir gün..

"Gel diyemem sana,
bekleyecek vaktim yok.
Sev de diyemem,
bir damla umudum yok.

Ama anlatacak olsam içimdekileri sana
Büyük Sahra Çölü'nde bir küçük çiçek, ne yapmış etmiş bulmuş bir yolunu yaşamanın,
Baltık Denizi'nin 550 metre derininde bir inci, eşi benzeri görülmemiş güzellikte bir istiridyenin içinde,
Bir yavru kedinin tiz miyavlaması,
Küçük bir bebeğin sımsıkı sarılmış parmakları, annesinin serçe parmağına..
Yani tarifi imkansız mutluluklar, hayranlıklar, şükredişler.
Ancak önsözü olabilir sana yazılmış bir romanın."