2 Şubat 2023 Perşembe

Sonsuz karanlık ve dalga sesleri.

 İşte yine Abidjan'dayım...

Atlas Okyanusu'na bakan balkonumda oturmuş, Şubat ayının ilk günleri olmasına rağmen, sabaha karşı bile havanın 26 derece olduğu bu kalabalık şehirde, güneşin doğmasını beklerken viskimden bir yudum alıyorum. 

Yine de iliklerime kadar üşüyorum. 

Ayak bileğimde bir kurşun yarası. Acımı hafifletmek için vurulmuş ağrı kesici iğneler... Nasıl da gereksiz oysa. Acıyı hissetmeyi özlüyorum. Çünkü ben yıllardır tek bir duyguyu bile hissetmedim. Hiçbir şey hissetmedim. Acı da buna dahil. Zamanla nasırlaşmış açık yaralar gibi ruhum. Artık hiçbir his yok.

Buraya gelmeyeli kaç yıl olmuştu hatırlamıyorum bile. Bu lacivert suları seyretmeyeli. Gelin duvağı gibi havalanan balkon perdesine bakıp hayaller kurmayalı ne kadar zaman olmuştu? Ne zamandır kendimden kaçıyordum? Kaç mevsimdir kendimi kovalıyordum? Yumuşak ve sıcak tenli, tuz kokulu zenci kadınların memelerine yüzümü gömüp kaç yıldır ağlamamıştım? O ince zarif parmaklarıyla saçlarımı okşamalarına izin vermeyeli kaç yüzyıl geçmişti? 

Viskimden bir yudum daha alırken bir anlığına ağlayabileceğimi bile düşündüm. Ama içimde hiç gözyaşı kalmamıştı. Bir süre boş gözlerle, sonsuz bir karanlık gibi görünen okyanusa baktım. Uzaktan gelen dalgaların sesinden başka hiçbir ses yoktu. 

İşte buradaydım yine. Tabutum olan bu evde. Ölmeden kendimi gömdüğüm her seferde kaçıp geldiğim bu tabutta. Gerçek miydim? Yaşıyor muydum? Yoksa sadece bir rüyanın içinde miydim? Ya da bütün hayatım bir rüyadan mı ibaretti? Bir sabah gözlerimi açtığımda her şey bitecek miydi? 

Yıllar önce bir psikiyatr bana duyguları tanımadığımı söylemişti. Ne hissettiğimi tanımlayamadığımı. Hemen gidip bir duygular sözlüğü satın almıştım. Gurur ve kibrin aynı duygular olduğunu ilk o zaman öğrenmiştim. O güne kadar ben de çoğu insan gibi gururun iyi ve kibrin kötü bir duygu olduğunu sanıyordum. Oysa gurur ve kibir eşanlamlıydı. Gurur sandığım şeyin kibir olduğunu öğrenmek hayatımda hiçbir şeyi değiştirmedi ama duygular sözlüğü, bana onları taklit edebilmeyi öğretti. 

Hayatta bildiğim ve taklit etme ihtiyacı hiç hissetmediğim iki duygu vardı sadece. Kıskançlık ve öfke...

Normal bir kıskançlıktan bahsetmiyorum. 

Benim olanın, benim kalması için gerekirse onu bir kafese bile kapatabileceğim bir kıskançlıktan bahsediyorum. Eğer benim olmuyorsa, ölmesini tercih edeceğim bir kıskançlıktan. 

Yanlış anlaşılmak istemem; bu kesinlikle aşktan ve sevgiden bağımsız bir duygu. Bir öfke patlamasının artçısı gibi. Sokak ortasında karısını pompalı tüfekle vuran cahil bir hanzonun kontrolsüz içgüdüsü gibi. Onunla aramızdaki tek fark benim bu öfkeyi kontrol edebiliyor olmam. Ama duygunun çıkış noktası ve özü aynı. Üstelik bir gün benim de kontrolü kaybetmeyeceğimin bir garantisi yok. Yapabileceklerimin sınırı da.. Çünkü karısını pompalı tüfekle vuran o hanzo, ilk kıskançlık ve öfke nöbetine kapılmış ve bir anlık bir kararla karısını öldürmüştü. Oysa ben kafamın içinde kırk farklı yöntemle, kırk farklı sefer, kırk farklı kişiyi katletmiştim. Bu konuda kesinlikle ondan daha deneyimliydim. Üstelik daha duyarsız...

İçimdeki canavarla baş etmenin yolunu, insanlardan kaçarak bulmuştum. Herkes bunu kendimi korumak için yaptığımı sanıyordu ama ben aslında başkalarını kendimden koruyordum. Bugüne kadar hayatını siktiğim insanlar bana yetmişti, bir başkasının daha hayatını mahvetmek istemiyordum. Etrafım buna gönüllü insanlarla dolu olsa da, hatta aralarında bunu hak edenler olsa bile, ben usta bir cambaz gibi aralarından onlara hiç dokunmadan geçip gidiyordum. 

İçimde sakladığım karanlığı görmek isteyen, içimdeki uçuruma uzun uzun bakıp atlamak isteyen herkesten kaçıyordum. Ve bunu o kadar uzun zamandır yapıyordum ki, kaçmadan yaşamanın nasıl bir şey olduğunu artık hatırlamıyordum bile. Ne kadar kaçarsam kaçayım, kendimi kovalamaktan da asla yorulmuyordum. 

İçimdeki iblisi kırk kat yerin dibinde zindanlara da kapatsam, tek bir bakışı, tek bir fısıldayışıyla o zindan parmaklıklarını bükebilen, eritip buharlaştırabilen ve o iblisi göğün kırkıncı katına çıkarabilen bir tek kadın vardı hayatımda. O gözlerimin içine baktığı an, dudaklarının arasından adımın çıktığı o an, artık ben o iblistim. Beni göğün kırkıncı katına çıkarıp, oradan aşağıya bırakmasını bekliyordum. İçim alev alıyordu. Tek ve ani bir hamleyle onu yutup içime almak istiyordum. O uçuruma atıp, karanlığıma gömmek. Her gece o karanlık boşlukta ağlayışlarının ve yalvarışlarının yankılanmasını dinlemek. İçimde patlayan volkanların lavlarıyla yanıp küle dönmesini görmek istiyordum. Tek bir bakışıyla patlattığı o eski uyuyan dağın erimiş taşlarının arasında yok olmasını istiyordum.

Ve ilk uçakla Abidjan'dayım. Tabutum olan bu evde. Sonsuz karanlık gibi duran okyanusu boş gözlerle izlerken güneşin doğmasını bekliyorum. Viskimden bir yudum daha alıyorum. 

Yarattığın bu yangınla beni yakma diye değil, sen yanma diye kaçıyorum. Kendimden, senden, bütün insanlardan... Ölmekten korktuğum için değil, seni öldürmekten korktuğum için Abidjan'dayım. 

Güneşin doğmasını bekliyorum.