2 Ekim 2023 Pazartesi

Cenaze.

Kaldırım taşlarına düşen yağmur damlalarını sayıyordum.

Bu kadar güzel şarkı sözlerini yazan biri bu kadar acımasız olamaz diye düşünüyordum. 

Zaten neyi doğru yapıyoruz ki hayatta?

Hayatta doğru olan ne var ki?

 Biz ölene kadar rol yapıyoruz.

Belki de bundan ölüm döşeğinde yana yakına af dileyişlerimiz. 

Eniştem öldü. 

Ölüm döşeğindeyken bile af dilemedi oysa.

Bense zaten affetmiştim onu çoktan.

Tek affedemediğim o kız çocuğu..

Bir çocuk nasıl fahişe olabilir ki?

İnsan kendine karşı ne acımasız.

Kırıldım mı yoksa biraz?

Belki de babam eniştemin mezarına toprak atarken biraz...

Belki de onun kalp atışları hızlanıp göğsüne ağrı girdiğinde...

Daha ne kadar kırılabilirim ki?

Trajikomik olurdu oysa babam eniştemin mezarına toprak atarken kalp krizi geçirip ölse...

Hayat, neticede komediyle trajediyi ayıramayan bir budala.

Belki de bütün hayat bir şaka.

29 Mart 2023 Çarşamba

"Bilen birinin inanmaya ihtiyacı kalmamıştır."

" 'Seni anlıyorum' demek büyük bir yalandır. Kocaman bir yalan. Kimse kimseyi anlayamaz ve tanıyamaz dünyada... Var olan en sağlam zırh insan vücududur. İçindekileri en iyi saklayan kasa odur."


Aynada uzun uzun kendime baktım. Saçlarım beyazlamaya başlamıştı. Gözlerimin altı daha da mordu artık. En son ne zaman ağladığımı düşündüm, hatırlayamadım. En son ne zaman gülümsediğimi de hatırlamıyordum. Kendimden ne kadar uzaklaşmıştım. Nereye kaçtığımı bilmiyordum. Daha da kötüsü, geri dönmek istesem de dönüş yolunu da bulamıyordum. Varacağım noktayı göremiyordum ama yola çıktığım noktayı da göremeyecek kadar uzaklaşmıştım artık. Kaybolmuştum. Aynada kendime baktığımda karşımda duran yabancıyı tanımıyordum. Oysa benim kendimden kaçmak için kendime doğru koşmam gerekiyordu. Hangi benden kaçıp, hangi beni bulmak istiyordum? Hepsi bir ergenlik bunalımı mıydı? Kırkına merdiven dayamış birinin bunalımlı ergenliği ya da kırk yıldır affedemediği geçmişi belki de...

Bazen birini affetmek için önce kendini affedebilmesi gerekir insanın. Çocukluğunda yalnız bırakılmış birinin, büyüdüğünde yalnızlığı tercih etmesi gibi; kendini affedemediği için başkalarını da affedemez insan. Affettiğini düşünür, affettiğini sanır, affettiğine inanır. Hatta ortada affedilecek bir şey olmadığını bile söyler kendi kendine. Ama affedemediğini bilir. Bilmek, inanmaktan güçlü bir eylemdir. 

Aynada uzun uzun kendime baktım. Gözlerimin en içine... Yıllardır özlemini duyduğum tek şey birinin beni anlamasıydı. Kırk yıldır istediğim, birinin gerçekten beni anlamasıydı... Oysa bir insanın başka bir insanı anlamasının imkanı yoktu hayatta. En iyimser ihtimalle kusursuz bir empati yeteneğine sahip olabilirdi; ki bu durumda bile aynı hislerin yakınına bile yaklaşamazdı. 

Uzun uzun baktım aynada kendime. Saçlarımdaki beyaz tellere. O kadar yorgundum ki, dört yüz yıllık keder vardı sanki omuzlarımda. Bu ben miydim? Hangi bendim? Ben gerçek miydim? Derinlerden bir yerden avaz avaz küfür ederken her şeye ve herkese; iyi olduğuma inandım...

"Affedilecek bir şey yok" dedim kendi kendime, affedemediğimi bilerek.

2 Şubat 2023 Perşembe

Sonsuz karanlık ve dalga sesleri.

 İşte yine Abidjan'dayım...

Atlas Okyanusu'na bakan balkonumda oturmuş, Şubat ayının ilk günleri olmasına rağmen, sabaha karşı bile havanın 26 derece olduğu bu kalabalık şehirde, güneşin doğmasını beklerken viskimden bir yudum alıyorum. 

Yine de iliklerime kadar üşüyorum. 

Ayak bileğimde bir kurşun yarası. Acımı hafifletmek için vurulmuş ağrı kesici iğneler... Nasıl da gereksiz oysa. Acıyı hissetmeyi özlüyorum. Çünkü ben yıllardır tek bir duyguyu bile hissetmedim. Hiçbir şey hissetmedim. Acı da buna dahil. Zamanla nasırlaşmış açık yaralar gibi ruhum. Artık hiçbir his yok.

Buraya gelmeyeli kaç yıl olmuştu hatırlamıyorum bile. Bu lacivert suları seyretmeyeli. Gelin duvağı gibi havalanan balkon perdesine bakıp hayaller kurmayalı ne kadar zaman olmuştu? Ne zamandır kendimden kaçıyordum? Kaç mevsimdir kendimi kovalıyordum? Yumuşak ve sıcak tenli, tuz kokulu zenci kadınların memelerine yüzümü gömüp kaç yıldır ağlamamıştım? O ince zarif parmaklarıyla saçlarımı okşamalarına izin vermeyeli kaç yüzyıl geçmişti? 

Viskimden bir yudum daha alırken bir anlığına ağlayabileceğimi bile düşündüm. Ama içimde hiç gözyaşı kalmamıştı. Bir süre boş gözlerle, sonsuz bir karanlık gibi görünen okyanusa baktım. Uzaktan gelen dalgaların sesinden başka hiçbir ses yoktu. 

İşte buradaydım yine. Tabutum olan bu evde. Ölmeden kendimi gömdüğüm her seferde kaçıp geldiğim bu tabutta. Gerçek miydim? Yaşıyor muydum? Yoksa sadece bir rüyanın içinde miydim? Ya da bütün hayatım bir rüyadan mı ibaretti? Bir sabah gözlerimi açtığımda her şey bitecek miydi? 

Yıllar önce bir psikiyatr bana duyguları tanımadığımı söylemişti. Ne hissettiğimi tanımlayamadığımı. Hemen gidip bir duygular sözlüğü satın almıştım. Gurur ve kibrin aynı duygular olduğunu ilk o zaman öğrenmiştim. O güne kadar ben de çoğu insan gibi gururun iyi ve kibrin kötü bir duygu olduğunu sanıyordum. Oysa gurur ve kibir eşanlamlıydı. Gurur sandığım şeyin kibir olduğunu öğrenmek hayatımda hiçbir şeyi değiştirmedi ama duygular sözlüğü, bana onları taklit edebilmeyi öğretti. 

Hayatta bildiğim ve taklit etme ihtiyacı hiç hissetmediğim iki duygu vardı sadece. Kıskançlık ve öfke...

Normal bir kıskançlıktan bahsetmiyorum. 

Benim olanın, benim kalması için gerekirse onu bir kafese bile kapatabileceğim bir kıskançlıktan bahsediyorum. Eğer benim olmuyorsa, ölmesini tercih edeceğim bir kıskançlıktan. 

Yanlış anlaşılmak istemem; bu kesinlikle aşktan ve sevgiden bağımsız bir duygu. Bir öfke patlamasının artçısı gibi. Sokak ortasında karısını pompalı tüfekle vuran cahil bir hanzonun kontrolsüz içgüdüsü gibi. Onunla aramızdaki tek fark benim bu öfkeyi kontrol edebiliyor olmam. Ama duygunun çıkış noktası ve özü aynı. Üstelik bir gün benim de kontrolü kaybetmeyeceğimin bir garantisi yok. Yapabileceklerimin sınırı da.. Çünkü karısını pompalı tüfekle vuran o hanzo, ilk kıskançlık ve öfke nöbetine kapılmış ve bir anlık bir kararla karısını öldürmüştü. Oysa ben kafamın içinde kırk farklı yöntemle, kırk farklı sefer, kırk farklı kişiyi katletmiştim. Bu konuda kesinlikle ondan daha deneyimliydim. Üstelik daha duyarsız...

İçimdeki canavarla baş etmenin yolunu, insanlardan kaçarak bulmuştum. Herkes bunu kendimi korumak için yaptığımı sanıyordu ama ben aslında başkalarını kendimden koruyordum. Bugüne kadar hayatını siktiğim insanlar bana yetmişti, bir başkasının daha hayatını mahvetmek istemiyordum. Etrafım buna gönüllü insanlarla dolu olsa da, hatta aralarında bunu hak edenler olsa bile, ben usta bir cambaz gibi aralarından onlara hiç dokunmadan geçip gidiyordum. 

İçimde sakladığım karanlığı görmek isteyen, içimdeki uçuruma uzun uzun bakıp atlamak isteyen herkesten kaçıyordum. Ve bunu o kadar uzun zamandır yapıyordum ki, kaçmadan yaşamanın nasıl bir şey olduğunu artık hatırlamıyordum bile. Ne kadar kaçarsam kaçayım, kendimi kovalamaktan da asla yorulmuyordum. 

İçimdeki iblisi kırk kat yerin dibinde zindanlara da kapatsam, tek bir bakışı, tek bir fısıldayışıyla o zindan parmaklıklarını bükebilen, eritip buharlaştırabilen ve o iblisi göğün kırkıncı katına çıkarabilen bir tek kadın vardı hayatımda. O gözlerimin içine baktığı an, dudaklarının arasından adımın çıktığı o an, artık ben o iblistim. Beni göğün kırkıncı katına çıkarıp, oradan aşağıya bırakmasını bekliyordum. İçim alev alıyordu. Tek ve ani bir hamleyle onu yutup içime almak istiyordum. O uçuruma atıp, karanlığıma gömmek. Her gece o karanlık boşlukta ağlayışlarının ve yalvarışlarının yankılanmasını dinlemek. İçimde patlayan volkanların lavlarıyla yanıp küle dönmesini görmek istiyordum. Tek bir bakışıyla patlattığı o eski uyuyan dağın erimiş taşlarının arasında yok olmasını istiyordum.

Ve ilk uçakla Abidjan'dayım. Tabutum olan bu evde. Sonsuz karanlık gibi duran okyanusu boş gözlerle izlerken güneşin doğmasını bekliyorum. Viskimden bir yudum daha alıyorum. 

Yarattığın bu yangınla beni yakma diye değil, sen yanma diye kaçıyorum. Kendimden, senden, bütün insanlardan... Ölmekten korktuğum için değil, seni öldürmekten korktuğum için Abidjan'dayım. 

Güneşin doğmasını bekliyorum.

12 Nisan 2022 Salı

Hayatın gebelik sancıları..

Dünya hiçbir yere gitmiyor.

Bu keşmekeş içinde.. Dünya bir yere gitmiyor.

Ben de gitmiyorum. Burada; kıpırdamadan, konuşmadan, gözümü bile kırpmadan duruyorum. Sadece duruyorum.

Ben gözlerinin içine bakıp ruhunun en dibini de görmüştüm bilinmeyen bir zamanda. Gözlerinin içine bakıp senin ruhunu görmek, aynaya bakmak gibiydi. Tamamlanmak, tam olmak; bir bütünün parçaları olduğunu bilmek gibiydi. His değil, tahmin değil; düş değil, düşünüş değil... Sadece bilmekti. İçinde zaten var olanı hatırlamaktı. Seni sevmek; kendini bulmak, kendine sarılmak demekti. Öyle doğal, öyle hesapsız, tamamen içgüdüsel, "olmak"tı.

Sonunda hep yalnızlığa kaçmak; o kadim, bilge, öğretici yalnızlığıma kaçmak. Kalbi olmayan insanlardan, ruhunu kaybetmiş insanlardan, renklerden korkan, gecenin kokusunu bilmeyen, avucunun içindeki bir serçenin kalp atışlarını hiç hissetmemiş, rüzgarın şarkısını hiç dinlememiş insanlardan kaçmak... Yine dönüp sığınmak yalnızlığa benim doğamdır. 

Yalnızlık benim kutsal mabedimdir. 

Şimdi beni ormanlara gömün. Kimsenin ayak basmadığı dağların eteklerine gömün beni. Kimsenin eğilip su içmediği nehirlere savurun küllerimi. Bir atın sırtında taşıyın bedenimi. Geceleri uluyan kurtlara bağışlayın. Geceye bırakın beni. Bir boz ayının mağarasına atın. Beni, kaldırım taşlarının arasından çıkıp güneşi selamlayan o inatçı hindibanın dibine gömün.

Çünkü ay benim. Gece benim. Toprak benim. Yeraltından çıkan, nehirlerde akan, çağlayanlardan düşen su benim. Kutuplardaki buzul, volkanların içindeki lav benim.

Ağaçları okşayıp onlarla konuşan, bir taşa bakıp evreni gören, gecenin kokusunu seven, rüzgarın şarkısını dinleyen benim. 

Ay ışığı yolum, yıldızlar haritam benim. Bütün dilleri anlayan, bütün duyguları bilen benim. Dünyadaki her acıyı görünce tanırım. Hayatın sırrı benim içimde. Defalarca unutup, tekrar tekrar hatırladığım anlam... Sonsuz sevgi, sonsuz aşk, sonsuz nefret, sonsuz kıskançlık, sonsuz öfke, sonsuz merhamet, sonsuz adanmışlık, hepsi benim içimde. Pandora'nın kutusu benim. Ana rahminden çıkarılan bebeğin aldığı ilk nefes, avcısıyla göz göze gelen geyiğin gözlerindeki affediş benim. 

Şimdi, evrenin beyaza çalan sarı saçlarındaki pembe ışıltılı tutamlara gömün beni...

20 Kasım 2020 Cuma

Eksik bir şey...

Hep aynı karanlık.. Aynı yıkık dökük evler rüyalarımda gördüğüm. Tamamlanmamış inşaatlar. İndikçe daha da karanlıklaşan, dibi görünmeyen merdiven boşlukları. Kaybolmuşum, kaçıyorum. Neden ya da kimden kaçtığımı bilmeden. Bir yerlerden tanıyormuşum da hatırlamıyormuşum gibi o yerleri. Duvarlar kirli, rutubetli, yosunlu. Havada kömür kokusu insanın ciğerlerini yakan. Bildiğim bir yerdeyim, ama nerede olduğumu bilmiyorum. Hep aynı özlemle, hep aynı kalp sızısıyla açıyorum gözlerimi. 

Pişmanlıklarım birike birike, çoğala çoğala, ben üstüne avuç avuç toprak atıp kapatmaya çalıştıkça, daha da büyüyerek, yokuş aşağı yuvarlanan ve hiçbir engele aldırış etmeyen kartopu gibi, gelip üzerime yığılıyor. Kıpırdayamıyorum. Nefes alamıyorum. Hayattayım ama yaşamıyorum. Belli belirsiz bir gölge gibi zifiri karanlıkta ruhum. Hiçbir şey istemiyorum; hiçbir şey beklemiyorum. Yarını merak etmiyorum. Ve annem soruyor gözüm ne zaman uzaklara dalsa; "Neyin var?" diye. "Hiçbir şeyim yok" diyorum. Hiçbir şeyim yok. Gülümsüyorum sonra kendi cevabıma. Çocuk düşlerle oynadığım bu oyun geliyor aklıma. "Hiçbir şeyim yok"

Ben ki bir ihtimal uğruna mutluluğumu harcamayı herkesten iyi bilirim. Kırılgan ama hep o kuyruğu dik tutma telaşında ben. Kırıldıkça kıran, kırılmamak için kaçan, kendimi her şeyden sakınan ah ben. Çok zor büyüttüm içimdeki çocuğu. Şimdi onun bir damla göz yaşı bile bir okyanus bana. 

Herkes gibi olmak isterdim. Bilmemek, duymamak, kurallarına göre oynamak her oyunu; ama ben iflah olmaz bir oyun bozanım. Gururum, en büyük kusurum. Kimseye söyleyemem derdimi ama isteseler açıp gösteririm içimi, yaralarımı bir bir. Dokunmalarına bile izin veririm o yaralara parmak uçlarıyla. Ama insanlık, hissizleşerek evrim geçirdi. "Kimselerin vakti yok durup ince şeyleri anlamaya..."

Yine de içimde bitip tükenmek bilmeyen bir umut var işte. Umudum olmasa ne kalırdı ki benden geriye? O yüzden "Beni sevsene" der gibi bakıyor gözlerim bir sokak kedisine bile.

13 Ağustos 2020 Perşembe

Sabotaj.

"Mutlu olmayı deneyemezsin. Ya mutlusundur, ya da değil."

Mutluluğun tanımı nedir? Mutsuz olmamak, mutlu olmak sayılır mı?
Aslında her şey bizim algımızla ilgili. Mutluluğun bir tanımı yok. Birkaç hormonun salgılanma oranına karar veren küçücük bir parçası sayesinde beynimizin. Mutluluğumuz, olaylardan bağımsız.

Beyin çok ilginç bir organ. Bizi biz yapan şey hatırladıklarımız değil, unuttuklarımız demiştim. Yani beynimizi çimenlik bir alan ve nöronlar arasında iletişimi sağlayan sinaps'ları da patikaya benzetecek olursak; gördüğümüz, öğrendiğimiz, yaptığımız her şeyde rastgele yollardan yürüyoruz. Sürekli aynı yoldan gittiğimizde, o yollar bir süre sonra çimenlikteki patikalara dönüşüyor. Sürekli yeni patikalar yaratıyoruz. Kullanmadığımız patikalar da zamanla kayboluyor. Haritamız hatırladıklarımızla değil, unuttuklarımız sayesinde oluşuyor. Her şeyi hatırlasaydık, beynimize giren her bilgiyi tekrar tekrar kullansaydık, çimenliğimiz arapsaçına dönerdi. Unutarak şekillendiriyoruz haritamızı. Kullanmadığımız bilgileri, görüşmediğimiz kişileri, anmadığımız geçmiş günleri unutarak... 

Bir bebeğin beyninde 100 trilyondan fazla sinaps varken, yetişkin olduğunda bu sinapsların yarısı yok oluyor. İlginç ve biraz da melankolik. 

Bir de insan bir anıyı her hatırlayışında, o anıyı değiştiriyormuş. Yani ısrarla sürekli hayal ettiğin o anı, gerçeklerden gittikçe uzaklaşıyor. Her düşünüşünde deforme ediyorsun, ne acı. İnsan bunu öğrendiğinde kendi beynine bile güvenemiyor. 

İnsan beyni her zaman ilgimi çekti. Ama David Eagleman'ın kitaplarını okuduktan sonra kendimiz hakkında ne kadar az şey bildiğimizi fark ettim. Belki de sonsuza kadar çözemeyeceğimiz en büyük sır beynimiz. Mesela şizofrenide; olmayan sesler, olmayan görüntüler ve olmayan kokular duyuluyor. Bunun sebebi beynin kimyasındaki değişiklikler. Sebebini hala çözebilmiş değiller. Ama şöyle bir gerçek var ki; insan beyni ses, görüntü ve koku duyusu yaratabiliyor. Yani böyle bir gücü var. İnsan gördüklerinin, duyduklarının beyninin bir oyunu olmadığına nasıl emin olabilir ki? Rüya görüyoruz. Rüyadayken gerçeklik hissini yaşıyoruz. Rüyanın içindeyken çoğu zaman bunun rüya olduğunun farkında değiliz. Bu hissi beynimiz kendi kendine yaratıyor. Bir senaryo yazabiliyor, olayları kurgulayabiliyor, gerçek hayatta hiç tanımadığımız kişiler ve kişilikler yaratabiliyor. Sesler, manzaralar, mekanlar... Bizim kontrolümüz olmadan beynin kendi kendine bunları yapabiliyor olması oldukça ürkütücü. Bunu biz uyanıkken de yapmadığına nasıl emin olabiliyoruz? Bunları hep düşünmüşümdür, belki daha önce yazmışımdır da. Belki de şu anda bunu daha önce yazıp yazmadığımı düşünürken de beynim bana oyun oynuyordur. İnsan, tam kontrolü elinde olmayan bir beyne sahipken, hiçbir şeyden emin olmamalı. Kesin olan tek şey, hiçbir şeyin kesin olmadığı...

Ve Hipokrat'ın dediği gibi: "Bütün zevklerimiz, mutluluğumuz, kahkahalarımız ve jestlerimiz ve acılarımız, kederlerimiz, ümitsizliklerimiz ve gözyaşlarımız beyinden ve yalnızca beyinden kaynaklanır."

Mutsuzluğun vücudu yok. Mutsuzluk bir nesne değil. Elle tutulur somut bir şey de değil. Sadece bir düşünceden ibaret. Beynin yarattığı bir his, bir illüzyon. Tıpkı rüyalarımız gibi. Her şey beynimizin içinde olup bitiyor. Bize kendimizi mutsuz hissettiren, kendi beynimizden başkası değil. 

Kafatasımızın içinde bir düşmanla yaşıyoruz...
8 Haziran 2020 Pazartesi

mutluluk.

Beni delirmekten alıkoyan ne bilmiyorum; hangi zamanlar deliliğe böyle yaklaştığımı da..
Kötü bir kabustan uyanıp neyse ki rüyaymış diye düşündüğün anda, başka bir kabusun içinde olduğunu fark etmek gibi hayat. Bütün soruların cevabını bulup, tekrar tekrar unutmak. Uyandıktan sonra rüyanın hafızandan silinişine karşı koyamamak gibi. Yakalamaya çalıştıkça daha da hızlı silikleşmesi her şeyin.

Hep söylediğim gibi, dönüp dolaşıp başladığım yere geliyorum. Sonsuz bir çembere hapsolmuş Ouroboros'um. 

Bizi biz yapan, hatırladıklarımız değil; unuttuklarımız aslında. Hatırladıklarımız sadece alışkanlıktan ibaret. Yolun dışına çıkmadan hep aynı patikalar üzerinde yürüyerek şekillendirdiğimiz alışkanlıklar. Üzerinde düşünmeden. Üzerinde uzun uzun düşünmek zorunda kaldıklarımız yolun dışındakiler oysa. İnsan her gün yürüdüğü yolun rengini hatırlamaz. Gökkuşağı yolun dışındadır. Rutinden farklı olan çalıştırır beynimizi, geri kalan hayat otonom yaşanır. 

Biliyorum ki insan, içine saplandığı bok çukurunu fark etmemek için böylesine telaşlı. Durup bir ardına baksa; yolda bulduklarını, yitirdiklerini, kovduklarını ya da kopmak zorunda olduklarını hatırlasa o bok çukurunun dibine batacak. Durursa batar diye böyle bir yere yetişirmiş gibi hızlı ve büyük adımlar atması. Bu ben miyim diye sormaya cesareti olmadığı için kendisine yüklenen her sıfatı sırtlanışı. 

İnsanın kendisine ne istediğini sorması, cevabı arama gerekliliği doğurur. Belki de hayatı boyunca hiç bulamayacağı bir cevabı arama işkencesi. Bu yüzden kendisiyle sohbet etme eylemini uzun süre önce unutmuştur insanoğlu. Çünkü üzerinde düşünmediğin sürece, sıradan hayat sorunlarıyla yaşayıp giden kör bir topalsın. Varoluşunu sorgulamaksa her yiğidin harcı değil. Mutluymuş gibi yapmak, mutlu olmaktan daha kolay. Ve insanlar, bir süre sonra kendi yalanlarına alet olup gerçekten mutlu olduklarını sanma konusunda çok başarılılar. Sorunlarla yüzleşirsen, onları çözmen gerekir; bu yüzden yokmuş gibi yapmak daha kolay. Kolaya kaçmayı seven, bir dünya dolusu insan. Ve ben bu insanlar arasında uzak bir gezegenden gelmiş yabancı gibiyim.

Belki de mutluluk budur. Ben mutlu olmayı bilmiyorumdur sadece.