8 Ağustos 2011 Pazartesi

Fransa'ya son yolculuk (Part 1)

Gözlerimi açtığımda odadaki parlaklık canımı yaktı. Bacağımda bir ağırlık hissediyordum. Hafifçe başımı çevirip yattığım yataktan odayı incelemeye başladım. Nerede olduğum konusunda tek bir düşünceye bile sahip değildim. Yanımda duran makineye ve elime takılı olan seruma baktım. Bir hastane odasında olduğumu fark ettim. Canım yanıyordu. Vücudumun arka kısmında yara varmış gibi hissediyordum. Her yerim uyuşmuştu ve karıncalanmaya başlamıştı. Kapı açıldı ve içeriye beline kadar sarı saçları olan 15-16 yaşlarında bir kız girdi. Uyandığımı fark edince heyecanla geri dönüp “Anne, o uyanmış” diye bağırdı. Bir anda odaya üç kişi geldi. Yüzlerine dikkatlice bakıyordum fakat hiçbirini hatırlayamıyordum. Bir tuhaflık vardı. Hafıza kaybına uğramış olamazdım. Geçmişi hatırlıyordum. Ama bu geçmiş bana ait değildi. Odadakilerin Fransızca konuştuğunu ve benim de bu dili rahatlıkla anladığımı fark ettim. Oysa Fransızca biliyormuşum gibi hissetmiyordum. Konuşmaya başlayınca mucizevi bir şekilde düşüncelerim Fransızca olarak çıktı ağzımdan. “Neredeyim?” Beyaz saçlı, top sakallı adam yanıma yaklaşıp, “Oğlum hastanedesin. Bizi çok korkuttun” dedi sakin bir ses tonuyla. Sesi kısık ve endişeli çıkıyordu. Odanın kapısı tekrar açıldı ve içeriye beyaz önlüklü bir adam girdi. Önlüğünün cep kısmına Doktor Benjamin Benoit yazılı bir kart takmıştı. Sessiz ve yavaş hareketlerle muayene edip gözlerime kalem şeklindeki küçük bir fenerle baktı. “Takip eder misin?” Herkes pür dikkat doktora bakıyordu. Ben zaman kavramını algılamaya çalışarak ve nerede olduğumu düşünerek bir süre sessiz kaldım. Fransızca konuşulduğuna göre Fransa’da ya da en iyi ihtimalle Kanada’da olmalıydım. Kanada’da olmayı umdum. Çünkü soğuğu sevdiğimi anımsayabiliyordum. Kar kokusu ve kar soğuğu beni kendine çekiyordu.

-Doktor, durumu nasıl? Sanki bizi tanımadı..
-Bu gayet normal. Geçici hafıza kaybı bu gibi durumlarda çok sık görülen bir şeydir. Yakında düzelecektir, endişelenmeyin.

Hastanede kaldığım diğer iki gün boyunca hiç konuşmadım ve bir şey yemedim. Bana serum vermeye devam ettiler. Hastaneden çıkarttıklarında bir tekerlekli sandalyeyle kapının önüne gelen arabaya götürüp dikkatlice beni arka koltuğa oturttular. Hiçbir şey anlamıyordum. Bu insanlar kimdi? Ben nerdeydim? Buraya nasıl gelmiştim? Daha da önemlisi, kimdim? Bu soruların cevaplarını düşündükçe bir bataklığın içinde çırpındığım hissine kapılıyordum. Beynimin içi bana ait olmayan anılarla doluydu. Eve geldiğimizde girişteki holde duran aynada kendimi görünce şaşkınlığımı gizleyemedim. Sarı düz saçlarım omzuma kadar iniyor ve yüzüm sakallardan görünmüyordu. 50’li yaşlarında olduğunu tahmin ettiğim kızıl saçlı kadın yanıma yanaşıp sessizce “5 aydır komadasın. Bu halin sana tuhaf geldi. Traş olunca kendini daha çok seveceksin” diye mırıldandı. Aynaya doğru birkaç adım atıp kendime daha yakından baktım. Gözlerimin altındaki morlukları ve dudaklarımı inceledim. Kesinlikle bana ait olmayan ve daha önce hiç görmediğim bir yüzdü bu. Gözlerimin etrafındaki çizgiler 30’lu yaşlarımda olduğumu düşündürdü. Beni odama çıkardılar. Hala tek kelime etmiyordum. “Yat dinlen biraz, yemek vakti gelince uyandırırım” deyip çıktı kadın odadan. Kapıyı usulca kapattı. Odanın duvarları parlement mavisiydi. Tek kişilik bir yatak ve hemen yanında da bir çalışma masası duruyordu. 2 kapılı geniş bir giysi dolabı ve bir müzik seti vardı odada. Penceredeki kalın perdeler ardına kadar kapalı ve yer halı kaplıydı. Gözüm duvardaki posterlere takılmıştı. Yavaşça çalışma masasına doğru yürüdüm. Rafta iki tane resim çerçevesi duruyordu. Birinde kızkardeşim olduğunu tahmin ettiğim o sarışın kızla birlikte çekilmiş bir fotoğrafım ve diğerinde de yine sarı saçları olan 20’li yaşlarında bir başka kızın fotoğrafı vardı. Kendi olduğum fotoğrafı alıp dikkatlice inceledim. Mutlu görünüyordum. Hatta öylesine mutlu görünüyordum ki, ne zaman böyle mutlu olduğumu anımsamadığıma üzülmüştüm. Gerçekten bu ben miydim? Yüzyıllardır kendimi bu denli mutlu hissetmemişim gibi geliyordu. Çerçeveyi yerine bırakıp yatağa uzandım. Yastıktaki koku çok yabancı geliyordu. Kendi kokusuna yabancı olan biriydim. Boş gözlerle dakikalarca tavanı seyrettim. Belki de saatler geçmişti. Yattığım yerden yavaşça doğrulup tekrar çalışma masasına gittim. Bu kez önünde duran sandalyeyi zorlukla çekip oturdum. Kaburgalarım göğsüme batıyordu ve canımı yakıyordu. Çekmeceyi açtım. Sanki bir yabancının evini karıştırıyormuş gibi tedirgindim. Bir şeyler arıyordum. Ne olduğunu bilmiyorum ama bana kim olduğumu anımsatacak bir şeyler. Her şey çok yabancıydı. Çekmecede duran ajandayı çıkarıp sayfalarını karıştırmaya başladım. İçinde mektuplar ve eski fotoğraflar vardı. “Sevgili Gosse” diye başlıyordu mektuplar. İsmim Gosse olabilir miydi? Peki ya soyadım? Kaç yaşındaydım? Ajandaya not alınmış el yazısını okumaya çalışırken bunun bana mı ait olduğunu anlamak için bir kelimenin aynısını yanına yazmaya başladım. Aynı yazıydı. Kendi el yazımla yazdığım küçük notlar. İlk sayfaya geri dönüp baştan okumaya başladım. İlk not 11 Ocak tarihinde yazılmıştı. “Bugün hava şaşırtıcı derecede güneşliydi. Ann’le birlikte müthiş zaman geçirdik. Onu tekrar görebilmeyi umuyorum.” Ajanda geniş anlatımlara yer verilen bir günlükten ziyade önemli olayların not edildiği basit bir not defteri gibiydi. Okudukça her şey kafamda daha da belirmeye başladı. Hatırlamaya başlıyordum. Beynimin karanlıkta kalan kısımları yavaşça aydınlanıyordu. Başım dönmeye başladı. Sendeleyerek oturduğum yerden kalktım. Odanın kapısını açıp merdivenlerden aşağıya indim. Biliyordum, kızkardeşim Colette ve annem Eloise’la birlikte yaşıyordum ve beyaz saçlı top sakallı adam da annemin ikinci kocası Serge’ydi. 27 yaşındaydım ve özel bir dalgıçlık kursunda eğitmenlik yapıyordum. Her şey netletmişti. Bir bıçağın ağzı kadar keskindi tüm geçmişim. Her şeyi biliyordum. Hatırlıyordum. Merdivenlerden aşağıya inince sol tarafta mutfağın olduğunu ve mutfak masasının hemen sağ tarafta duvara yaslanmış olduğunu biliyordum. Bir sandalye çekip oturdum. “Gosse, demek uyandın..” dedi Serge neşeli bir sesle. Sıcakkanlı davranmaya çalışıyordu. İsteksizce tebessüm edip masanın üzerinde duran gazeteyi aldım. Tarihe baktım. 1998 yılındaydık. Fransa’da. Albertville. Zaman geçtikçe beynimdeki anıların ağırlığından rahatsız olmaya başlamıştım. Bana ait olmayan anılar beynimi meşgul ediyordu. Bir şeyler atıştırıp odama geri çıktım. Yorgun hissediyordum. Yatağa uzanıp gözlerimi kapadım. Hiçbir şey düşünmek istemiyordum. Dehşet veren bir kabusla uyandım. Rüyamda yine aynı evde fakat farklı bir zaman dilimindeydim. Ev eskimiş ve boyaları dökülmüştü. Evin içinde rutubet kokusu vardı. Yerden tavana kadar uzanan ve iki merdivenin tam ortasındaki pencerenin önünde yaşlı bir kadın duruyordu. Kadın yüzyıllardır orada duruyormuş gibi öylece bekliyordu. Sessiz ve sabırlı. Yanına doğru yürüdüm. Bana döndüğünde yüzünün kırışıklıklarını daha iyi görebiliyordum. Solgun gri gözleri bana umutsuzca bakıyordu. “Gosse!” dedi bezgin bir ses tonuyla. “Çok gençleşmişsin.” Bir süre sessizlikten sonra iç çekip “Ruhuna sahip çıkacağını söylemiştin. Bunu benim için yapacaktın. Ama görüyorum ki kayboldun” dedi. “Ann” dedim sessizce. “Seni hatırlıyorum. Seni nasıl unutabilirim. Bu yüzü nasıl unutabilirim Ann”. Birden büyük bir gürültüyle gök gürledi ve camın önünde duran kadın yok oldu. Görünen hiçbir şey yokken içim öyle büyük bir korkuyla doldu ki, kelimelerin anlatmaya yetmeyeceği bir korku. Ev birden değişti ve tekrar bugünkü haline döndü. İçeride annem ve kızkardeşim televizyon izliyordu. Yanlarına gittiğimde bana dehşet dolu gözlerle baktılar. “Sen... Senin burada ne işin var? Sen öldün.” dedi annem telaşla. Öyle bir korkuydu ki, soluk soluğa uyandım. Alnımdan terler süzülüyordu. Boynum ve üzerimdeki gömleğin yakası terden sırılsıklam olmuştu. Derin derin nefes alıyordum. Kendimi sakinleştirmeye çalıştım. Sadece kötü bir kabus diye geçirdim içimden. Yataktan kalkıp balkona çıktım ve Albertville’in soğuk havasını içime çektim.

Her şey içinden çıkılmaz bir hal alıyordu. Kafayı yemeye başladığımı düşünüyordum. Belki de profesyonel bir yardıma ihtiyacım vardı. Kendimi tanımakta güçlük çekiyordum. Hayatımdaki her şey ve herkes bana o kadar yabancıydı ki. Fakat ilginç bir şekilde, bir o kadar da tanıdık geliyordu. Bütün anılar beynimin içinde duruyorlardı ama sanki o anıları daha önce ben değil de bir başkası yaşamış gibi..

Günler kendimi keşfetmekle geçiyordu. Önce Ann’in kim olduğunu hatırlamaya çalıştım. Ne yaparsam yapayım beynimdeki ona ait anıları hatırlayamıyordum. Çalışma masasında duran fotoğraf çerçevesine uzun uzun bakıyordum tüm gün. Onun Ann’e ait bir fotoğraf olduğunu biliyordum. Ama yüzü o kadar yabancı geliyordu ki. Daha önce hiç karşılaşmadığım birinin yüzüydü. Hareketlerini hayal etmeye çalışıyordum. Mimiklerini.. Gülüşünü.. Hiçbir şey hatırlamıyordum. Uzun bir süre hayatıma adapte olmaya çalıştım. Sanki içinde bulunduğum hayatı bir tiyatro sahnesinden izliyor gibi hissediyordum. Susmalı ve ses çıkarmadan izlemeli diye düşünüyordum neler olacağını. Bir sonraki adımı tahmin edemiyordum. Bir sonraki günü planlayamıyordum. Sırtımdaki ve bacaklarımdaki yaralar iyileşince ve kendimi daha iyi hissetmeye başladığım zaman ilk defa dışarı çıktım. Sokaklarda amaçsızca dolaşıyordum. Tanıdık bir şey arıyordum belki de. Bana kim olduğumu hatırlatacak bir şeyler.. Ama hiçbir şey bulamayıp çaresiz eve dönüyordum her seferinde.

(Devamı gelebilir..)