16 Ağustos 2013 Cuma

Nefs-i Müdafaa (part 1)

Kulakları sağır eden bir patlamaydı. 90 derecelik bir açıyla tam karşıya doğrulttuğum altıpatların namlusunun ucundan çıkan dumana bakıyordum. İçindeki 5 mermi ve 1 boş kovanla birlikte 1350 gram gelen 1989 yapımı Colt Python’du elimde tuttuğum silah. İnanılmaz bir sesi vardı. Çeliği alacakaranlıkta ayna gibi parlıyordu. Tek düşündüğüm 4 yaşındayken beni taciz eden eniştemin yüzüydü. Gözümün önünden gitmiyordu. Uzun zamandır düşünmememe rağmen yine beynimde bir şimşek çakmış ve görüntüsü gözümün önüne gelmişti. Bir süre gözlerimi kapayıp bekledim. Açtığımda hala karşımda duruyordu. İki dakika önce beynine silah dayayıp tetiği çektiğim adamın yerinde O olmalıydı. Yerde yüzükoyun yatan adamın kafasından akan kanlar ayağımın dibine kadar geldi. İsteksizce bir adım geri atarak cebimdeki bıçağı çıkarıp koluma derin bir kesik attım. Kolumdaki dokuzuncu kesikti. 9 ceset. Sıra enişteme gelene kadar bütün dünyayı katledebilirdim.

Saat 4’ü 12 geçiyordu. “Burnun kanıyor” dedi Alper. Elimi burnuma götürdüm. “Sen cesetten kurtul. Ben gidip biraz uyuyacağım.” Demir kapıyı arkamdan kapatıp boş binadan çıktım. Bina 90 yıllık bir tarihi eserdi ve içinde kimse yaşamıyordu. Daha çok torbacıların uyuşturucu saklamak için kullandığı bir döküntüydü.  İçeride elektrik olmadığından sadece sokak lambasının ışığı aydınlatıyordu geniş holü. Kasımpaşa’ya kadar yürüyüp Tarlabaşı’ndan İstiklal’e çıktım. Galatasaray’dan Cihangir’e inip evin önündeki merdivenlerde bir süre oturdum. Hiçbir şey düşünemiyordum. Ocak ayının dondurucu soğuğundan mı yoksa düşüncelerimin yoğunluğundan mı bilmiyorum ama beynim buz kesmişti sanki. Kalp atışımı kulaklarımda hissediyordum. Ağzımdan verdiğim her nefeste sigara dumanı gibi buhar çıkıyordu. Orada soğuktan donup bedenimin yavaşça uyuşmasını ve tatlı bir uykunun beni esir almasını diliyordum. Oturduğum yerden yavaşça kalkıp cebimden çıkardığım anahtarla binanın kapısını açtım. Her zamanki gibi binanın içinde elektrik yoktu. Merdivenleri karanlıkta çıkıp eve girdim. Işığı yakmadan salona yürüyüp belimdeki silahı sehpanın üzerine bıraktım. Banyoya gidip daha önceki sinir krizlerinin eseri olan kırık aynada kendime baktım. Yüzümü görmekten nefret ediyordum. Herkesin ilgisini çekebilecek kadar farklı ve çekici bir yüzüm olduğunu biliyordum. Ama benim ilgimi çekmiyordu. Kendimi çirkinleştirmek için yüzüme koca bir faça atmaya bile razıydım. Gömleğimi çıkarıp kolumdaki kesiğe baktım. Kan üzerinde pıhtılaşmıştı. Koluma bulaşan kanları temizleyip yatağa uzandım. Ezan okunuyordu. Bütün dinlerden nefret ettiğimi bir kez daha düşündüm. “Bu saatte, adamın işi gücü yok mu kalkıp ezan okuyor?” diyordum her seferinde. İşi zaten buydu. Gözlerimi kapadım. Tekrar eniştem geldi gözlerimin önüne. Üzerinde yeşil eşofmanı. Göğsünün iki parmak üzerinde naylon siyah kumaş parçalarının olduğu yeşil eşofmanı. Siyah terlikleri. Artık etkilemiyordu beni. Kabus bile görmüyordum uzun zamandır. Yatağımdan fırladığım, kalbimin yerinden çıkacakmış gibi attığı geceler çok geride kalmıştı. Artık içimde sadece bitmeyen bir öfke vardı. Çizgi filmim yapılsa, burnundan ateş soluyan ejderha olarak çizilebilirdim. Çünkü her geçen gün kendimi daha çok biliyordum. O kadar çok nefret ediyordum ki, her nefret ettiğim insanda enişteme karşı olan nefretim bir kat daha artıyordu. O gece eniştemi öldürme planları yaparken uykuya daldım. O kadar çok plan değiştirmiştim ki. Ne şekilde öldüreceğime karar veremiyordum. Çünkü acı çekmesini istiyordum. Sürünmesini istiyordum. Aslında her şeyden önemlisi, yaptıklarına pişman olmasını istiyordum. Belki de tek bir kelime yeterdi onu affetmem için. Belki bütün nefretim bir anda yok olurdu. Sadece “pişmanım” lafını duymak..

Zor bir çocukluktu benimkisi. Dedem mahallenin korkulu rüyasıydı. Annem zamanının siyasi suçlularından. Gördüğü işkencelerden benliğini yitirmiş, yıllarca gördüğü psikolojik tedaviler hiçbir sonuç vermemişti. Çocukluğumda çok dayak yedim annemden. Dedem, bana vurmaya kıyamasa da dövmekten beter ederdi. 5 yaşındayken 20 kiloluk tenekelerle kömür taşımamı isterdi. Bütün çocukluğum kamyon tamir etmekle geçti. 7 yaşında tamir edemeyeceğim araba yoktu. Okulsa benim için ilk senesinden beri bir işkence oldu. Okul hayatını hiç sevemedim. Okuldan ve içindekilerden nefret ediyordum.  5 yaşında okumayı yazmayı öğrendim. İlkokula başladığımda roman bile okuyabilecek kadar iyiydim. Yine de gurur duyacağım bir geçmişim olmadı hiçbir zaman. Hep sorun çıkaran asi bir çocuk oldum. Hiçbir şeyim takdir edilmedi. Bir çocuk için büyük bir özgüven kaybı yaratır takdir edilmemek. Çok inatçıydım. Her istediğim anında olsun isterdim. Olurdu da. Gördüğüm bu büyük ilginin sebebi belki de vicdan azabıydı. Bir gecekondu mahallesinde varoşların arasında geçti çocukluğum. Etrafımız hurdacılarla doluydu. Dedemse mahallenin kralı gibiydi. İyi para kazanıyordu ve tek katlı bahçe içindeki evimizi müteahhide verip yerine bir apartman diktirmişti. Kendi soyadını taşıyan 5 katlı, 30 daireli bir apartman. Tarcan apartmanı. Yıllar ilerledikçe her şey daha çok canımı yakmaya başladı. Gördüğüm muamele ve sürekli yalnız kalma zorunluluğum.. Dedemin apartmanına taşınan bir ailenin 3 tane zeka özürlü kızlarının en büyük olanından öğrendim evlatlık olduğumu. “Sen evlatlıksın ki” diye basit bir cümleyle üstelik. 5 yaşında okumayı öğrendim, 6 yaşında bir kızın vücuduna dokundum, 7 yaşında “sikmek” kelimesinin anlamını öğrendim, 8 yaşında iddia üzerine sikini açan arkadaşımın mavi don giydiğine tanık oldum, ve 9 yaşında evlatlık olduğumu öğrendim. Aynı zamanda insanın kafasına bir balyoz inmiş hissi yaratan o ağırlığı, o kulak çınlamasını ve o acıyı öğrendim. Söyleyecek tek bir kelime bile bulamamıştım oysa ki, bu kadar basit bir cümlenin karşısında. Sadece eve çıkmıştım. Otomatiğin sönmesine aldırış etmeden, karanlıkta, üçüncü kata çıkan merdivenleri tırmanmıştım. Bir kış günü bir atlet ve bir şortla babamın sözüne kulak asmadan kendimi sokağa atmış ve soğuğun iliklerime işlemesini beklemiştim. Cezalandırmıştım. Belki kendimi, belki beni terk eden annemi, belki de benden gerçeği saklayan bütün insanları. Ve hayatımda ilk kez ölmeyi istemiştim, 9 yaşında. Ne düşüneceğimi bile bilmiyordum. Ne yapacağımı, nereye gideceğimi, beni kimlerin sevdiğini, kimlerin acıdığını.. Kendimi nasıl öldürebileceğimi bilmiyordum. Gerçek adımı bile bilmiyordum.

Durum ortaya çıkınca dedem her şeyi bana anlattı. “Önemli olan doğuran değil, büyütendir” dedi. Belki öyleydi, belki de değildi. Tek düşündüğüm bunun aslında benim için hiçbir şey ifade etmediğiydi. Belki de şoka girmiştim. Belki büyük bir travma geçiriyordum. Ama hiçbir şey hissetmiyordum. “Önemli değil” dedim. “Benim ailem sizsiniz.”

Çocukluğum, omuzlarımda taşıdığım ağır bir yük oldu her zaman. Bir külfet.

5 saat uyuduktan sonra kalktım. Yataktan çıkmadan olduğum yerde uzanmaya devam ettim. Bir süre tavanı seyrettim. Dışarıdan gelen gürültüyü dinledim. Birileri yine kavga ediyordu. Hangi günde olduğumuzu düşündüm. Haftasonu gelmiş olmalıydı. Zaman çok hızlı geçiyordu. Bütün günler birbirinin aynısıydı. Yerimden kalkıp mutfağa gittim ve dolaptan soğuk bira kutusunu alıp açtım. Salona girdiğimde Alper’in kanepede yattığını gördüm. Eve girdiğini hiç duymamıştım. Oysa ki uykum çok hafifti. Üstelik gece sarhoş da değildim. Nasıl duymamış olabilirim diye düşünürken Alper geldiğimi duyup gözlerini açtı. “Saat kaç” diye sordu telaşla. “12’ye geliyor.” Yerinden hızla fırlayıp sandalyenin arkasına astığı ceketini alıp giydi.

-Siktir! Geç kaldım.
-Nereye?
-Bugün cumartesi. Biralar gelecekti.

Alper barmendi ve Cumartesi günleri sabahın 8’inden öğlen 11’e kadar herhangi bir saatte gelmesi muhtemel olan bira kamyonunu beklemesi gerekiyordu. Eğer beklemezse, bira kamyonu geliyor, kasaları mekanın önüne bırakıyor ve gidiyordu. Tahmin edileceği gibi sahipsiz görünen kasaların orada uzun süre kalması pek olası değildi.

Alper, benim ilkokuldan beri arkadaşımdı. Çoğu zaman etrafımızdakiler ilişkimizin boyutunu kavramakta güçlük çekseler de fazla kurcalamamayı tercih ediyorlardı. Hiç konuşmazdık. Kullanabildiğimiz minimum kelimeyle anlaşmaya çalışırdık. Çünkü ikimiz de konuşmayı sevmiyorduk. Ve iletişimsizliğin, iletişimin kendisinden kaynaklandığını öğrenecek kadar çok şey yaşamıştık. Alper daha çok lise önlerinde uyuşturucu satmaya çalışan acemi torbacılara benzerdi. Karakteristik bir eğime sahip sivri burnu ve ince çenesiyle bir çizgi roman kahramanını çağrıştırırdı. Aslında bana daha çok Lucky Luke’ü hatırlatırdı. İnce uzun bacakları ve kovboy çizmeleriyle.. O da orijinal Red Kit gibi çok sigara içerdi.  En iyi dostumdu. Her haltı birlikte yaptığımız ve birlikte hayatı harcadığımız için dostluktan ötesiydi aslında yaşadığımız. Dışarıdan bakıldığında aynı evi paylaşıyormuşuz gibi görünse de, ikimiz de farklı günlerde farklı zamanlarda kalıyorduk o döküntü evde. Birlikte takılsak da geceleri farklı kadınların koynunda farklı evlerde uykuya dalıyor ve güneş doğmadan terk ediyorduk o mekanları ve kadınların sıcak vücutlarını. Birbirimize o kadar çok benziyorduk ki, bu yüzden birbirimizden nefret ediyorduk. Çünkü aslında ikimiz de kendimizden nefret ediyorduk.

Ertesi akşam, her zamanki gibi Abdullah Sokak’ta oturup biralarımızı içerken Salih, bir fahişeyle birlikte yanımıza geldi. Esmer ve orta boylu bir hatundu. Dikkatli bakıldığında o kadar da güzel ve çekici olmadığı anlaşılıyordu. Ama pazarlama stratejisi, mini etek ve topuklu ayakkabıyla her kadın kendine baktıracak potansiyele sahip olur. Ortamdaki herkesin dikkatini çekmek isteyen tipler vardır ve genelde çirkin olurlar. Bir de çok güzel oldukları halde kimsenin dikkatini çekmek istemedikleri için sıradan takılanlar.. İki sınıftan da orospu çıkabilir. Ama biri egolarını tatmin etmek için, diğeriyse para için başlar bu işe. Melda ise egolarına yenik düştüğü için girmişti bu piyasaya. İlk bakışta özgüven sahibi biri gibi görünse de, biraz daha derine inildiğinde kimse tarafından beğenilmeyen ve ilgiye muhtaç bir kız olarak bu güne geldiği hemen anlaşılıyordu. Çok sevip de sevilmeyenlerden. Çok sevip ama “çok” değil. Çok kişi sevmek.. Her önüne çıkana aşık olmak. Gözünün içine her bakana kendini elletmek. Kaçınılmaz sona 3 yıl içinde ulaşmış olan Melda da orospuluk yaptığı 2 yılda çok yıpranmış ve 22 yaşında olmasına rağmen 32 yaşında gibi görünmeye başlamıştı. Belki yüzündeki acıdan, belki de yaşadığı hayatın ağırlığından. Ama en çok da pişmanlıktan. Çünkü, herkes tarafından beğenilen bir kadın olmak isterken, herkes tarafından becerilen bir orospu olmuştu.

Yanımıza geldiklerinde Salih, Melda’yı bize tanıtma gereği duymadı. Çünkü ortamdaki herkes ilk bakışta Melda’nın ne olduğunu anlayabilecek kadar tecrübeliydi. Bizim düşündüğümüz tek şey, Salih’in bir orospuyla ne işi olduğuydu. Salih, 30’lu yaşlarında evli bir adamdı. Esmer, ve kısa boylu olduğu kadar çirkindi de. Nedense yanında çirkin kadınlar görmeye alışmıştık. Ama böylesini ilk kez görüyorduk. ‘Haram’ deyip de alkol kullanmayan, ama haramı katlayıp cebine koyduktan sonra karanlık sokak köşelerinde esrar satan, Urfa’lı bir Arap’tı. Annesi doğumu sırasında ölmüş ve babası O’na bakamayınca bırakmıştı. Salih yetimhanede büyüyen her çocuk gibi birçok suça karışmış ve en son girdiği cezaevinde bir gardiyanı öldürmüştü. Kimse suçu üstüne almadığından ve hiç kimse şahitlik yapmaya cesaret edemediğinden gardiyanı öldürdükten bir hafta sonra tahliye olmuştu. Ama korkuyordu. Salih, bir korkaktı. Belki her şeyden değil ama ölmekten korkuyordu. Ölümden korkan adam için hayat çok zordur. Senden alabilecekleri tek şey hayatınken, senin vazgeçmekten en çok korktuğun şeyin de hayatın olması en büyük işkencedir. O yüzden Salih hiçbir işte başarılı olamayan, kendi çapında mafya kurup başına geçmek isteyen bir sokak serserisiydi. Tesadüfen karısıyla tanışmış ve kısa süre sonra da evlenmişti. Birçok iş denediği halde hiçbirinde dikiş tutturamamıştı. Şimdiyse yeni bir iş peşindeydi ve Melda da Salih’in ilk sermayesiydi.

-Gelsene sen buraya
-Ne oldu? Ne var?
-Bu karı nerden çıktı oğlum? Manyak mısın sen?
-Bu işte iyi para var, sen de biliyorsun.
-Reşit mi bu?
-22 yaşında
-Salih, bırak bu işleri. Başımızda yeteri kadar bela var zaten. Bu işi öyle kafana göre yapamazsın. Kimlerin elinde bu işler bilmiyorsun.
-Kimin elindeyse elinde, bana ne. Onlar da analarının karnından pezevenk doğmadı herhalde.

Bu iş, bulunduğumuz sokak ve civarındaki birçok sokakta Eytül’ün elindeydi ve Eytül kimseye pabuç bırakacak bir tip değildi. İsmi bile yeten adamlardan.. Salih kadar basit düşünemiyorduk. En azından bu konuda. Çünkü Eytül’ün adını çok kez duymuş fakat tanışma fırsatı bulamamıştık. Kim ondan bahsettiyse hep aynı şeyi söylemişti. “Eytül fenadır.” O fenaysa, biz daha beteriyiz diyordum içimden. Ama ufak bir sorun daha vardı. Salih. Ne ben ne de Alper, Salih’e güvenmiyorduk. İlk fırsatını bulduğumuzda onu ekarte etmemiz gerekecekti. Bu işler böyledir. Nasıl ki büyük balık küçüğü yediğinde kimsenin sesi çıkmıyorsa, bu işler de böyle yürür. Kahpe ve kalleş olmayı öğreneceksin ki sırtından bıçaklanmayasın. Çünkü sen O’nu satmazsan, iki gün sonra O seni kesin satacaktır. Bu, işin değişmez kuralıdır. Bir sarayda iki kral olmaz. Lider olmak istiyorsan, lider olmak isteyen herkesi önünden temizlemelisin.

-Kız bu gece bende kalsın
-Tamam ben de onu düşünüyordum. Benimki varken, biliyorsun. Ama Alper’le ikiniz abanmayın karıya.
-Sana ne amına koyayım. Karı orospu değil mi?
-Hayır ilk geceden ürkütmeyin.

Alper, ne planladığımı hemen anlamıştı. Ses tonumdan bile ne düşündüğümü anlayabilecek kadar iyi tanıyordu beni. “Umarım bir yerlerimizde patlamaz” dedi yürürken. Kız, bir adım geride kalmıştı. Durup arkama döndüm. Yanıma gelmesini bekledim. Sonra aynı hizada yürümeye başladık.

-Salih’i nereden tanıyorsun?
-Aslında tanımıyorum. Yeni tanıştık.
-Tanışmadın. Unut onu. Sen artık benimsin.

Alper sadece pis pis sırıtıyordu. Beklenen bir hamleydi ve zamanlamam her zamanki gibi kusursuzdu. Kız sessizce gülümsedi ve kafasını yerden kaldırıp gözümün içine baktı. “Adın ne?” diye sordu. “Öğrenirsin.” dedim. Konuşmadan yürümeye devam ettik. Kafasının içinden geçenleri tahmin edebiliyordum. Belki de küstah olduğumu düşünüyordu. Ama bu, benden etkilendiği gerçeğini değiştirmezdi. “Nasıl kendine bu kadar güvenebiliyorsun? Hayran kalmamak elde değil. Geldiğimden beri senin bu rahat tavrın çok dikkatimi çekti. Özgüven sahibi birisin.” Bir süre sessizlik oldu. Söylediklerinin gururumu okşaması gerekirken, beni biraz düşündürdü. Gerçekten özgüven sahibi biri miydim, yoksa öyle mi görünmeye çalışıyordum? Özgüven nedir ki? Hiçbir şeyden korkmamak, ölüme gözü kapalı gitmek, diğer insanların, hakkında ne düşündüğünü önemsememek özgüvenden midir yoksa boşvermişlikten mi? Dizginleri bırakılmış bir atın kafasına göre dörtnala koşması gibi, ya da kürekleri olmayan bir sandalla akıntıya kapılmak gibi.. Özgüven mi? Hayır hiç sanmıyorum. Bunun üzerinde düşünecek zamanım olmadı. Benim rahatlığım özgüvenden değil. Benim rahatlığım, hayatı çok iyi tanıdığımdan ve birçok kez tokadını en ağır şekilde yüzümde hissettiğimden.. Artık ne zaman, nereye vuracağını ve hangi şiddette vuracağını hesaplayabiliyordum çünkü. Bu yüzden rahattım. Çünkü beklenmedik bir hamle olmayacaktı hiçbiri. Hiçbir şey beni etkileyemez çünkü artık. Bu zamana kadar yaşadıklarım yüzünden bu kadar rahatım.


Özgüven tuhaf bir şeydir. Bazıları aptallıktan ve yüzsüzlükten özgüven sahibi gibi görünürler. Aslında özgüvenin ne demek olduğunu bile bilmezler. Ama o kadar aptal ve gurursuzlardır ki hiçbir olumsuzluk onları etkilemez. Bu konuda bilinçli olduklarından değil. Tamamen aptallıktan. Bir de parayla özgüven satın alanlar vardır. Para varsa, özgüven de vardır. Çünkü parası olan insan, kısa süre sonra her şeyi parayla satın alabileceğini öğrenir. Paranın satın alamadığı şey yoktur. Sadece bazen sahteleriyle avunursun. Sahte aşklar, sahte özveri, sahte övgüler.. İnsanlar, para kimdeyse onun etrafındadır ve doğası gereği insan,bir çıkarı olmadan parmağının ucunu bile kıpırdatmaz. Bu dünyada her şey çıkar ilişkisi üzerine kuruludur. Bu yüzden razı olursun paranla aşk satın almaya. Parasını verirsin, gururunu okşarlar. Parası kadar. Ne kadar çok paran varsa, o kadar aşığın vardır. Ama her şey çıkar meselesi. Ortada ne kazıklayan var, ne de kazıklanan. Tabiri caizse, ‘Alan memnun, satan memnun.’

Gecenin sessizliğinde sadece Melda’nın topuk sesleri yankılanıyordu eski apartmanların duvarlarında. Eve girdiğimizde kapının önünde öylece durdu. Aklından geçenleri biliyordum. Hangimizin önce yatmak isteyeceğini düşünüyordu. “Sen içerideki odada yatarsın. Uykun yoksa bizle oturabilirsin. Biz daha yatmayı düşünmüyoruz. Öyle değil mi Alper?” Alper, dolaptan aldığı birayı açıp içmeye başlamıştı bile. Bir şey söylemeden sadece kafasını sallayıp salona geçti. Melda, “Uykum yok şimdilik. Sizin için sorun olmazsa..” diye mırıldanırken “Hayır olmaz. Otur.” dedi Alper. Ben vitrindeki Chivas Regal şişesini alıp sehpanın üzerine koydum ve üçlü koltuğa oturdum. Melda da yanıma gelip oturdu. Cebimden çıkardığım bıçakla şişenin ağzındaki parçayı kırıp şişeyi kafaya diktim. “Sek mi içiyorsun viskiyi?” dedi Melda. “Viski deyip küçümseme. Bu sıradan bir viski değil. Bu Chivas Regal.” Yine o utangaç gülümsemesiyle gözlerimin içine baktı. “Daha önce bu işi yaptınız mı?” diye sordu. “Her şeyin bir ilki vardır.” dedim. O gece ne ben, ne de Alper Melda’ya elimizi sürmedik. O, içerideki odada yattı. Alper kendi odasına gitti. Benim için uyku zaten gereksiz bir şeydi. Sabah ezanını duymadan gözümü kapayamıyordum bile. Artık öyle bir hale gelmiştim ki, sabaha karşı martıların çığlıklarını dinlemeden uyuyamıyordum. O çöp arabalarının gürültüleri, mal kamyonları ve ezan sesi.. Galatasaray yavaş yavaş uyanıyordu. Cihangir uyanıyordu. Beyoğlu’nda herkesin işe gitmek için uyandığı sırada ben henüz uykuya yeni dalıyordum. İnsanların Pazartesi sendromu yaşadıkları saatlerde ben hangi günde olduğumuzu bile bilmiyordum.

Beş buçuk saat sonra Melda’nın sesiyle uyandım. “Sana kahve yaptım. Hadi kalk sıcak bir duş al. Kendine gelirsin.” Gözlerimi açtığımda kapalı perdelerin arasından sızan ışığın yüzüme vurduğunu fark ettim. “O uyanınca bira içer. Sıcak duştan da nefret eder” dedi Alper. Hiçbir şey söylemeden mutfağa gittim. Dolaptan bira alıp tekrar salona döndüm. “Kırmızı Tuborg. Unutma.” Melda yine şaşkınlıktan gülümseyip “Sabah sabah bira mı içilir?” diye sordu. “Ne yapıyoruz? Birazdan Salih gelir, kararlaştıralım hadi.” Alper bir sandalye çekip masanın başına oturdu.  “Kararlaştırdık zaten” dedim. “Plan yapmayı sevmem biliyorsun.”  Melda sessizce koltukta oturuyor ve merakla ağzımdan çıkacak kelimeleri bekliyordu. “Şimdilik Salih’e bir şey söyleme. Bir süreliğine her şey yolunda zannetsin. Ben zamanı gelince sana haber vereceğim.” “Tamam” dedi Melda kısık bir sesle. Ona güvenmemiz için hiçbir sebep yoktu. Ama onun bize güvenmesi için koca bir sebep vardı ortada. O gece evinde kaldığı kişi, kim olursa olsun, eğer eşcinsel değilse, sabaha kadar O’nun vücudundan faydalanacaktı. Bedava orospu becermenin ve o bedava orospunun pezevengi olmanın keyfini sürecekti. Ama evinde kaldığı bu iki adam ona elini bile sürmemişti. Bu bize güvenmesi için yeterli bir sebepti. Melda, bizim ilk işimizdi ve ben 23 yaşında kadın satmaya başladım.


Kadınlardan her zaman nefret ettim. Bu nefretimin sebebi üzerinde hiç düşünmedim. Ama aslında bu, tamamen kendi zaaflarımdan kaynaklanıyordu. Kasıklarıma kalçalarını dayayan bir kadının bana yaptıramayacağı şey yoktur. Ve ben, bunun farkındayım. Kadınlara düşkün olmamın içimde yarattığı tek duygu, nefret.. Çünkü ağlayan bir kadının bana istediğini yaptırabileceğini biliyorum. Ve beni zayıf noktamdan yakaladıkları için de onlardan nefret ediyorum. Kadın ve erkek doğası çok farklıdır. Kadın, muhteristir. İhtiras sahibidir. İstediklerini, her ne şekilde olursa olsun elde eder. Erkekse, zayıftır. Zaafları vardır. Hayvansal güdülere sahiptir. Bu hayvansal güdüler yüzünden hep kaybeder. Aslında erkeklerin işi daha zordur. Çünkü hem hayvansal güdülere hem de insani duygulara sahiptirler. Hayvanla insan arasında kalan erkek, evrimleşememiştir. Evrimini tamamlayamayan bir mahluktur. Bir yandan içinden gelen dürtüleri bastırmaya çalışırken diğer yandan gördüğü her kadına tecavüz etmek ister. Her erkek potansiyel tecavüzcüdür. Çünkü hepsinin içinde bastırmayı başardıkları bir hayvan gizlidir. Ama o hayvan bir ipini koparırsa, insan kendini bile tanıyamaz. Bu doğanın gereğidir. Evren, erkeğe öyle şekil vermiştir. Amaç soyunu devam ettirmek değil; amaç, sadece orgazma ulaşmaktır. Bu yüzden çok seks yapan erkekler çok tatminsiz olurlar. Çünkü orgazmın çıtası her geçen gün yükselir. Ve sonunda hiçbir şeyden tatmin olamayan evrimini tamamlamamış olan hayvan, tecavüz etmeye başlar. Dünyanın vajinası olsa, ona bile tecavüz edebilir.  Bazıları yokluktan, bazıları da bolluktan tecavüzcü olur. İkisi arasında çok fark yokmuş gibi görünse de tamamen farklıdır. Yokluktan tecavüz eden adam yakalanınca hapse girer. Bolluktan tecavüz edene ise aşık olurlar. Tecavüzcüsüne aşık olan kadınlar.. O kadar da uzak değil aslında. Böyle anormal bir toplumun bu anormal düşünceleri ise her zaman reddedilir. Ama gerçek budur. Bir kadının, kendine tecavüz eden adama aşık olması oldukça aşağılık bir durumdur. Ama kadınlar sevgiye o kadar açlar ve ruhlarındaki boşluklar o kadar derin ki, her bulduklarıyla yamamaya ve doldurmaya çalışıyorlar.

İlk kez 16 yaşında aşık oldum. Onun için sadece basit bir heyecandan ibaret olsam da, ben ona yeteri kadar değer verdim. Ve ilk kez 16 yaşında terk edildim. İlk kez 16 yaşında yaşadım reddedilme hissini. Belki de benim hayatımın dönüm noktasıydı. Belki de beni bugüne getiren kararları vermeme neden olan ilk hayal kırıklığımdı. “Ya değişeceksin, ya değişeceksin” dedim kendime. “İnsanlar acımasız. Sen de acımasız olacaksın. Başka türlü bu kervan yürümez.” Liseyi ikinci sınıfta terk ettim. Sarıgöl’ün torbacılarıyla takılmaya o yıllarda başladım. Sattıkları uyuşturucunun parasıyla karınlarını doyurmaya çalışan varoşlar.. Ve dedim ki kendime; ben bunlardan biri olmayacağım. Bu işi yapacaksam pastanın büyük dilimini ben alacağım. Hatta hepsini. İşim küçüklerle değil, büyük adamlarlaydı. Ama onlara ulaşabilmem için bana bir merdiven gerekliydi. İşte o yıllarda tanıştım Salih’le. O, büyük işler peşindeydi. Küçük hayatında büyük adımlar atmak istiyordu Salih. Koskoca adımlar. Bacaklarını yırtacak kadar büyük adımlar. Beni her ortama sokan O oldu. Ne yaparsam yapayım kendilerinden farklı olduğumu ikinci dakikada anlayan ve beni asla benimsemeyen insanların arasına.. Kendimi kanıtlamak için işledim ilk cinayetimi. Bir sebep aranacaksa, sebep buydu. Kendimi kanıtlamak.. Kendimi kendime kanıtlamak. Çünkü biliyordum oradaki koyun sürüsünden çok daha acımasız olabileceğimi. Ve oradaki herkesi gözümü dahi kırpmadan 2 buçuk dakika içinde gebertebileceğimi biliyordum. Bildiklerimin bir hayalden ibaret olmadığını gösterdim kendime. Bir damla pişmanlık duysaydım vazgeçecektim her şeyden. Bir an bile tereddüt etseydim tetiği çekmekten.. Silahı bırakıp dönüp arkamı gidecektim. “Bana göre değil bu işler” diyecektim. Ama tek bir dal bile kıpırdamadı içimde. Hiçbir duygu. Hiçbir şey. Bir damla pişmanlık bile duymadım.

Silahtan kurtulup bir süre ortadan kaybolmam gerekirdi ama yapmadım. 19 yaşındaydım ve kanım hızlı akıyordu. Üşümüyordum. Uyumuyordum. Sadece hayatta kalmamı sağlayacak kadar yiyordum. Bodrum kattaki pis bir kokain imalathanesinde kalıyordum. Polisin yerini çok iyi bildiği ama çıkarları için kapısını hiç çalmadığı bir imalathane. Merdivenlerden inip demir kapıyı çaldığımda, Sinan  açtı. “Seni arıyorlar” dedi. “Bulsunlar o zaman” dedim. Hiçbir şey söylemeden kapıyı kapattı. Kimlerden bahsettiğini anlamıştım. Polisler. Kalabalığın ortasında birini çekip vuruyorsan, mutlaka bir muhbir çıkar. Çünkü ileride bu ihbarın işine yarayacağını ve polisler tarafından kayrılacağını bilir. Herkes ihbar etmiş olabilirdi. Herhangi biri. Belki de çevremdekilerden biri. Sonuçta adımı bilen biriydi.

Kasımpaşa stadının önünde iki polis tarafından durduruldum. Arabayı işaret ettiler. Yürüyüp bindim. Bu kadar basitti. Ve artık beni kimin ihbar ettiğini biliyordum. Orada olduğumu bilen tek kişi. Salih. Çünkü korkmuştu. Bir gün onun da kafasına silahı dayayıp çekebileceğim ihtimalinden korkmuştu. Bir gün çok büyük işler yapıp onu piyasadan sileceğimden korkmuştu. Nerden baksan 15 yıl yerim diye düşünmüştü. 15 yıl unutulmam için yeterli bir zamandı. Her şeyin unutulması için. Adımın. Sıfatımın. Cinayetimin.

Ama hesaba katmadığı bir şey vardı. Dedem, Bakırköy’ün yarısına sahip bir adamdı. Hesaba katmadığı bir şey daha vardı. Ben ne yaparsam yapayım ailem benim arkamda olacaktı.

Sorgu 22 saat sürdü. İşkence 20 saat. Sorgudan çıktığımda tanınmaz haldeydim. Sol gözüm tamamen kapanmıştı. Dudaklarım yara içindeydi. Ve göz pınarlarım kurumuştu. Hepsi tek bir psikopatın zevki uğruna. Ama bu yaşadığım acı yine de yeterli değildi benim için. Bu kadar mı, diyordum. Bu kadar mısınız? 1995 yılıydı ve o yıllarda kimsenin İnsan Hakları’ndan haberi yoktu. 23.saatte savcının karşısına çıktığımda tutuklanıp cezaevine gönderildim. İlk kez savcının kapısından çıktığımda taktılar kelepçeyi bileklerime. Canımı yakarak ve sonuna kadar sıkarak. Askerlere teslim ettiler. Cezaevine gittiğimde asıl kabus yeni başlıyordu. 2 gün boyunca avukatımla görüşemedim. Ve hiçbir şey yemedim. Sıçmak zorunda olmamak için. Çünkü tuvaletler girilemeyecek kadar pisti. Üstelik tuvalette öldürülme olasılığım yatağımda öldürülme olasılığımdan daha yüksekti.

Avukatım geldiğinde önce kemik incelemesi isteyip ayarladığı adli tabibin raporu sayesinde yaşımı küçük göstermeyi önerdi. Hikayesi de hazırdı. Benden önce doğup ölen kardeşimin nüfus cüzdanını bana vermişlerdi. Eskiden hep yapılan bir şeydi bu. Kimse uğraşmak istemezdi veraset ilamıyla ya da cenaze işleriyle. Kimse uğraşmak istemezdi nüfus müdürlüğüyle. Ne biliyorsan onu yap, dedim avukata. “Ama ne yaparsan yap beni buradan çıkar. 20 yıl burada kalamam.”

İlk mahkemem 1 buçuk ay sonra oldu. Savcı dişli çıkınca, adi bir cinayet olmadığını ve planlanarak işlendiğini söyledi. Nitelikli adam öldürme. Bu durumda yaşımın bir önemi yoktu. Yaşım 18’den küçük bile olsa bir yetişkin gibi yargılanacaktım. Bunun işe yaramayacağını anladığında bu sefer deli olduğumu ileri sürüp rapor ayarlamayı önerdi. Bunu istemedim. Çünkü o rapor her yerde karşıma çıkacaktı. Daha 19 yaşındaydım ve hayatımın geri kalanını bir deli olarak geçirmek istemiyordum. Sonunda deliliğe bir adım kadar uzaklıkta olduğumu kanıtlayan bir rapor verdiler. 60 bin dolar karşılığında. Bütün bunların bitmesi tam 2 yıl sürdü. Savcı sürekli yeni suçlamalarda bulunuyor ve mahkeme sürekli erteleniyordu. Mahkemelerin arasındaki boşluk o kadar fazlaydı ki, içeride geçirdiğim her dakikaya acıyordum. Çünkü daha suçum kesinleşmemişti bile. En azından resmi olarak.

2 yılın sonunda mahkeme bir karara vardı ve cezada indirime gidildi. Çünkü 6 doktorluk bir heyet, cinayeti işlediğim anda bilincimin yerinde olmadığına dair rapora imza atmıştı. 60 bin dolar. Adam başı 10 bin. Bir yıllık maaşının hepsi. 1 günde. Hatta 1 dakikada. İmzasını 10 bin dolar karşılığında satan Hipokrat yemini etmiş adamlar.

O gün karar verdim, ne olursa olsun bir daha asla yakalanmayacaktım. Bu yüzden ceketimin iç cebinde hep bir kurşun taşırım ben. Kendim için. Osmanlı elçilerinin zor durumda kalırlarsa içmeleri için yüzüklerinin içinde sakladıkları zehir gibi. Tek ölümlük zehir. Tek sıkımlık kurşun. Zor durumda kalırsam beynimi patlatmak için.

Hapisten çıkınca paraya ihtiyacım olduğu gerçeğiyle karşı karşıyaydım. Ailem tabi ki benim okumamdan yanaydı. Ama ben o dönemde okulu kaldırabilecek psikolojiye sahip değildim. Okumak aklımın ucundan bile geçmiyordu. Okuyup da ne yapacağım diye düşünüyordum. Bana para lazımdı. Çok para. Kafamdaki planlarımı gerçekleştirebilmem için iyi bir para gerekiyordu. Alkolik olabilmem için, uyuşturucu bağımlısı olabilmem için, orospulara harcamak için çok para gerekiyordu. Ama önce karnımı doyuracak kadar para bana yeterdi.

Elime aldığım ilk silah 357 Magnum’du. 38 kalibrelik 6 gümüş mermiyle birlikte verilmişti elime. Sonradan öğrendim magnum mermilerinin daha uzun olduğunu ama kısası da adam öldürmeye yetiyordu neticede.Hiç tereddüt etmeden kaldırmıştım horozunu ve hiç tereddüt etmeden çekmiştim tetiği. Sonra bir el daha. Ve diğer 4 mermiyi bitirene kadar. Topunu açıp itme kolunu kullanmadan silahı ters çevirerek boşaltmıştım kovanları. Yere düştüklerinde çıkardıkları ses yankılanmıştı kulağımda. İlk resmi tutanaklara işlenen suçumu 19 yaşında işlemiş ve 21 yaşında hüküm giymiştim. Türkiye’deki en ünlü ve en pahalı avukatlar tutulup sahte bir heyet raporuyla eski TCK’nın 47.maddesinden yararlanmam sağlanmıştı. Yeni ceza kanununda böyle bir indirim söz konusu bile değil.

 İçeride geçirdiğim 2 yıla dair hiçbir şey hatırlamıyorum.Belki diğer mahkumlara tecavüz ettim, belki de tecavüze uğradım. Belki her ikisi de. Ama beynimin kayıt sistemini çökerten bir sessizlikti yaşadığım. Havasız ve rutubet kokan pis koğuşlarda böceklerin arasında kahvaltı etme zorunluluğu ya da ancak 9 adımda bitirmek zorunda kalıp geriye döndüğün ve günde 280 kez tekrarlanan voltalardı belki de bu kayıt yapmayı unutturan. Sebepsiz bir cinayet miydi bilmiyorum ama bir daha yakalanmamayı öğretti bana. Bu yine de savcılık belgesi almak için gittiğimde sicil kaydımın temiz çıkmasını sağlamıyordu. Kasten adam öldürmenin cezası ağırlaştırılmış müebbetti ancak indirimler ve elimdeki rapor benim cezamı 2 buçuk yıla indirmişti. 12 yıl verilen cezadan sadece 2 buçuk yıl yatarak kurtulabiliyordun. Onun da 2 yılı tutuklu yargılandığım süreden düşüldü. 6 ay daha aynı eziyete katlandıktan sonra 21 yaşında özgürlüğüme yeniden kavuşmuştum. Tabi buna özgürlük denirse. Sabıkası olan hiçbir insan özgür değildir. Olamaz. Kimse sabıkalı birini işe almak istemez. Hele ki  448.maddeden yargılanan birini.

Sonraki dönemde suç dosyam gün geçtikçe kabarıyordu:
İntihara teşvik, adam yaralama, işkence, eziyet, çocuk düşürtme, cinsel saldırı, reşit olmayanla cinsel ilişki, tehdit, şantaj, adam kaçırma, haneye tecavüz, gasp, dolandırıcılık, kundakçılık, uyuşturucu, resmi belgede sahtecilik, fuhuş, kumar, ihaleye fesat karıştırma, suç delillerini yok etme, azmettirme, insan ticareti..

Eğer bu suçlardan yakalanıp yargılansaydım idam edilmem gerekirdi. İdam cezası kalktığına göre cesedim çürüyene kadar 4 duvar arasında kilitli tutulurdum. Hiçbir aftan yararlanamaz, hiçbir indirimden faydalanamazdım. Ama en yerinde karar kurşuna dizilmem olurdu.Gözlerime siyah bir bant takıp yüzümü duvara döndürdükten sonra 5 askerin silahından çıkan kurşunlarla. Şafakta. Cesedim orada kalmalı. İbret olmalı.

Cezaevinin kapısından çıktığımda beni avukat karşıladı. Ailemi getirmemesini söylemiştim mahkemenin sonunda. Dediğimi yapıp yalnız gelmişti karşılamaya. Kaldırımın karşısında siyah bir Jeep Cherokee bekliyordu. Arkaya bindim. Avukat da yanıma. Çünkü aracını kullanacak bir şoförü olacak kadar züppeydi. “Seni eve bırakalım” dedi, şoförü  kapıyı kapatırken.

-Yoksa önce bir yerlere gidip bir şeyler yemek mi istersin?
-Sen beni taksim meydanında bırak. Ufak bir işim var.
-Yine başını belaya sokmazsın umarım.
-(…)

Şoför, ön kapıyı açıp kendi koltuğuna oturdu ve aracı çalıştırdı. Taksim meydanına geldiğimizde çiçekçilerin önünde inmek istedim. “Eve ne zaman gideceksin” diye sordu. Aslında bu soruyu sorarken bile cevabını kafamda tam olarak biliyordum ama yine de “Belli olmaz” dedim. “Belki yarım saat.” Ama cevabı biliyordum. Eve hiçbir zaman gitmeyecektim. Beni tercih bile etmemiş olan, doğurmaya bile karar vermemiş olan, zorla ellerine tutuşturulmuş ve alnına “bela” kelimesinin kazılı olduğu bir çocuğa, sırf vicdanları sessiz dursun ve canlarını yakmasın diye bakmak zorunda kalan insanların yanına dönmeyecektim. Kendi hayatımı kurup, bir yerlerden başlayacaktım. Ama önce para bulmam lazımdı.

Tarlabaşı’na gidip Salih’i buldum. Aslında yapmam gereken çok basitti. Ellerimi boğazına sarıp baş parmaklarımı bütün gücümle içeri bastırıp gırtlağını kırmak. Ama yapmadım.

Beni görünce gözleri kocaman oldu. Karşısında ilk gördüğünde şaşkınlığını gizlemek için yüzünde bin türlü mimik oluştu. “Vay kardeşim, ne zaman çıktın sen?” diye girdi söze. “Bana araba lazım” dedim. “Yarın geri getiririm.” “Tamam” dedi heyecanla, “Buluruz sorun değil”. “Bir de silah”. Bir an duraksadı. Yüzüme boş boş baktı. Suratında anlamsız bir ifade ve dudaklarında belli belirsiz bir tebessüm vardı. Aklından geçen binlerce düşünceyi yakalamaya çalışıyordu. En ağır basanına tutunup sarıldı. Onu öldüreceğim düşüncesi. Bana kendi elleriyle verdiği silahı kafasına dayayıp tetiği çekeceğim düşüncesi. Çünkü beni ihbar edenin kendisi olduğunu bildiğimi anlamıştı. Çünkü eve girdiğimde elini sıkmamıştım. Çünkü oldukça ciddi bir ifadeyle istemiştim tüm bunları. Ve biliyordu kafamın içinde bir şeyler planladığımı.

-Tamam onu da buluruz, dert etme. Otur bir yemek yiyelim. Sonra beraber çıkarız.
-Yok Salih, gitmem lazım. Ufak bir işim var. Sonra takılırız.

15 dakika sonra 1981 model bordo bir Oldsmobile bekliyordu kapıda. Anahtarları alıp vakit kaybetmeden evden çıktım. Kapıdan çıkarken Salih arkamdan seslendi.

-Torpido gözünde.

Araba kullanmayı 16 yaşında öğrenmiştim. Çünkü 16 yaşına kadar sadece kamyon kullanmıştım. Bu da bir yetenek. En azından böyle olduğunu düşünerek bir şeylere yeteneğim olduğunu hissetmek beni rahatlatıyordu. 18 yaşını bitirdiğimin ikinci gününde başvurmuştum ehliyet için. Direksiyon dersine gittiğimde adam dalga geçip geçmediğimi sorgular gibi yüzüme bakmıştı. “Senin direksiyon derslerine katılmana gerek yok” demişti daha sonra. Ehliyetimi aldığımda da zamanının en moda arabası ve gençlerin tercihi bir model hediye edilmişti. Tipo. Dedeme kalsa Dodge marka bir kamyoneti kullanmamı tercih ederdi ama 22 yaşına kadar bekleyemezdim ehliyet almak için. “Sana söz, 22 yaşını bitirince de kamyon ehliyeti için başvuracağım” deyip geçiştirmiştim.

Üzerinde metal harflerle Omega yazan kapıyı açıp arabaya bindim. Daha önce hiç koldan vitesli bir araç  kullanmamıştım. Sadece ileri geri ve boş fonksiyonları olan bir vites. Sanki dün üretilmiş gibi tertemiz ve bakımlı bir arabaydı. Kim bilir kimin arabasıydı. Ama Salih’in olmadığına emindim. Arabayı Kabataş’a çekip bir süre denizi seyrettim. Hava kararmak üzereydi. Bir plan yapmam gerekiyordu. Laleli’deki bildiğim en büyük döviz bürosunu soyabilmem için iyi bir plana ihtiyacım vardı. Bir süre düşündüm. Sonra torpido gözünden silahı alıp şarjörüne baktım. Doluydu. 13 tane mermi. Walther P88. Alman silahı. Üretimden kalkan bir model. Mermiler gümüş rengiydi. Silahı Salih’in kendisinin doldurduğunu anlamıştım. Çünkü sarı mermilerden nefret ederdi. Ona amcasının dişlerini hatırlattığını söylerdi. Salih, 6 yaşında amcası tarafından tecavüze uğramıştı. O yüzden amcasından da, altın renginden de nefret ederdi. Ama şarjörü neden kendisi doldurmuştu? Kafasına bir tane sıkma ihtimalime karşı kendi kurşunuyla  mı ölmek istemişti? Yoksa mermilerin barutunu mu boşaltmıştı, onu öldürmek için silahı kafasına dayadığımda büyük bir kahkaha atıp benimle dalga geçmek için?

Paranoyaktım. Paranoyaklığım öyle bir boyuttaydı ki, umumi tuvaletlerdeki aynalara bakmaz, telefon kulübelerini kullanmaz ve çöp kutularının yanından geçmezdim. Çünkü aynaların arkasında kamera sistemi kurulmuş odalar olduğunu düşünür, telefon kulübelerindeki ahizelerden nefes aldıkça mikrop yuttuğumu zanneder ve çöp kutularına bomba koymuş olabilecekleri ihtimalini göz ardı edemezdim. Paranoyaklığım öyle bir boyuttaydı ki, Salih’in yerleştirdiği mermilerle döviz bürosu soyamazdım. Tek mermiyi şarjörden çıkardım ve cebime koydum. Sonra arabayı Beyazıt’a sürüp bir yere park ettim. Köşedeki büfeye civardaki en yakın nalburu sordum. Gidip bir pense aldıktan sonra tekrar arabaya yürüdüm. Bu kadar zahmete ancak bir paranoyak katlanabilirdi. Penseyle merminin kurşununu çıkarttım. İçinde barut olup olmadığını kontrol ettim. En azında ilk mermininki duruyordu. Zaten Salih’in merminin barutunu boşaltmayı akıl edecek kadar zeki olmadığını düşündüm. Barutu pencereden döküp, boş kovanla kurşunu torpido gözüne attım. Arabayı Laleli’ye çekip bir ara sokağa girdim. Arabadan indiğimde henüz hala bir planım yoktu. Döviz bürosuna girdim. Bankonun arkasında oturan iki adam vardı. Arkadaki masada onlardan biraz daha yaşlı bir adam oturuyordu ve içeride 6 tane müşteri vardı. “100 Dolar almak istiyorum” dedim. “15 milyon 142 bin” dedi karşımdaki ses. Adamın yüzüne bakmıyordum. Sadece içerideki insanlara bakıyordum. Silahı çıkartıp adama doğrulttum. “Sakın bir aptallık” yapma dedim. “Kimse kıpırdamasın!” diye bağırdım. Sanki sözüm bir emir gibi yankılandı dükkanın duvarlarında. Ve herkes olduğu yerde donup kaldı. “Şimdi kasadaki bütün parayı buraya getiriyorsun” dedim sakin bir tonla. Hiçbir şeyden korkum yoktu o anda. Çünkü ihtiyacım olan tek şey paraydı, ve ihtiyacım olanı almak için bir kişiyi daha öldürmekten çekinmeyecek kadar vazgeçmiştim kendimden.

Adamın getirdiği paraları poşete doldurup kapıdan çıktım. Aceleyle arabaya yürüyüp bindim. Hiçbir şey hissetmiyordum. Sanki zaman durmuş gibiydi. Bütün yaşam durmuş ve tek hareket eden canlı benmişim gibi. Aksaray’dan Vatan caddesine saptım ve otobana çıktım. Edirne’ye kadar sürdüm. Bir benzin istasyonunda durduğumda poşeti açıp ne kadar para olduğuna baktım. İçindeki dolarları ve markları aldıktan sonra Türk paralarını poşetle birlikte çöpe attım. 36 bin dolar ve 51 bin mark.

Edirne’ye vardığımda bir motele gidip oda tuttum. Başka bir döviz bürosunda bir miktar para bozdurdum. Üzerime bir şeyler almam gerekiyordu. Daha da önemlisi bir an önce bir şeyler yemeliydim. Yaklaşık 20 saattir hiçbir şey yememiştim. Ayaküstü bir şeyler atıştırdıktan sonra birkaç mağazaya bakıp iki tane siyah gömlekle bir tane ceket aldım. Bir çantacıya girip basit görünümlü dikkat çekmeyecek bir valiz aldıktan sonra odama geri döndüm. Eşyaları ve paraları valize yerleştirip İstanbul'a doğru yola çıktım. Yolda bir benzincide durup Ethem’i aradım. Ethem benim çocukluk arkadaşımdı. Birlikte sapan yapıp bakkalın camlarını kırdığımız dönemde en fazla 10 yaşındaydık.

O zamandan beri hiç bağımızı koparmamıştık. Yıllarca görüşmesek de tekrar karşılaştığımızda kaldığımız yerden devam edecek kadar samimiydik. Telefonu açtığında sesi uykulu geliyordu.

-Uyuyor muydun lan?
-Sen nerden çıktın oğlum. Numaramı kaybettin diye düşünmeye başlamıştım.
-Kaybetmedim. Burdayım işte.
- Kaç kez ulaşmaya çalıştım sana. Nerelerdeydin? Yoktun ortalıkta.
-Uzun hikaye. Anlatırım bir ara. Sen ne diye ulaşmaya çalıştın bana?
-Nişanım vardı. Sensiz olmaz dedim ama adam arazi olmuş n’apalım.
-Sen nişanlandın mı?
-Evet nişanlandım. Ama tahmin edersin ki fazla uzun sürmedi. İki ay dayanabildi benim gibi bir yaratığa. Şimdi yine tek tabanca dolaşıyorum. Telefonda olmaz, buluşalım. Anlatacaklarım var sana.
-Benim de. 2 saat sonra Taksim’de ol.
-Tamam Odakule’nin altında.

Neyse ki Ethem de benim gibi evliliğe inanmayan biriydi. Onunla aynı yaştaydık. İlkokulu ve ortaokulu birlikte okumuş ve uzun yıllar birlikte takılmıştık. Nişanlandığını öğrenince şaşırdım. Çünkü Ethem “Bu dünya üzerinde en son evlenecek insanım ben” derdi. “Belki 70 yaşında. Artık yaşayacak bir şey kalmadığına emin olduktan sonra”. Kadınlara düşkündü lise yıllarından beri. Ama hiç uzun süreli ilişki yaşamamıştı. En azından 70 yaşına kadar hayatta kalmayı hayal ediyordu. Ben “En fazla 35” diyordum kendi kendime. “35 yaşına kadar yaşar sonra da çeker giderim.”

İşte böyle başladı benim maceram. 21 yaşında tanıştım gerçek hayatla. O zamana kadar hep dünya beni sırtında taşımıştı. 21 yaşında aldım dünyayı sırtıma. Ethem’le birlikte Bulgaristan’a, oradan da Belçika’ya gittik. Türkiye’ye döndüğümüzde  ne cebimizde simit alacak para vardı, ne de kalacak bir yerimiz. 1999 depreminde ailesi öldüğü için dönmüştük İstanbul’a. Küçük kardeşi İhsan’ı yanımıza alıp kalacak bir yer ayarladık. Salih yine etrafımdaydı. Bir süre hiçbir şey bilmiyormuş gibi davranabilirdim. Çünkü biliyordum; intikam, soğuk yenen bir yemekti. Bize kalacak yeri Salih ayarladı. Hala küçük işler kovalıyordu ve bizi büyük adamlara götürecek olan köprü O’ydu. Birkaç ay sonra piyasanın en büyük uyuşturucu satıcısıyla tanışmayı başardım. İlk görüşmemizde ne O beni, ne de ben onu ciddiye aldım. Eminim ki ikimiz de aynı anda ne tuhaf tipler olduğumuzu geçiriyorduk kafamızın içinden. Ama arada Salih vardı. Daha da önemlisi, arada, altı gümüş kurşunla işlenmiş ve kanı uzun süre iz bırakacak olan bir cinayet vardı.

-Demek Tufan’ın katili sensin.. Seninle tanışmak büyük şeref. Şaşırttın beni. Senin gibi biri nasıl olur da cinayet işleyebilir?
-Her şey görünüşle alakalı değildir. En büyük seri katiller de masum yüzleriyle ünlüdür.
-Hiç vicdan azabı duydun mu?
-Hayır.
-İlk cinayetin miydi?
-Son olmayacak.

Ethem oturduğu yerde sırıtıyor ve bana bakıyordu. Salih kendinden emin, konuşmaya başladı.
“Avşar Dayı buraların kralıdır. Ondan büyük adam görmedim daha ben. Sana da bir güzellik yapar artık.” Avşar’a kısaca “dayı” diyorlardı. Zamanının kabadayılarından.. Bana çok şey öğretti Avşar. Birçok şey. Tek gözümü kapamadan nişan almayı, hedefi tam on ikiden vurmayı, eline bulaşan kanı tinerle çıkarmayı, cesedi yok etmek için asit kullanmayı.. Bunları anlatıyorum, çünkü herkes bilsin istiyorum. Herkes bilsin nasıl bir canavara dönüştüğümü. Herkes bilsin sebebini, sebeplerini.. Her şeyi unutmaya ant içtim. Ama önce hepsini teker teker hatırlamalıyım. Önce kurşuna dizmeliyim tüm geçmişimi. Sonra sakince namludan çıkan dumanı üfler ve belime geri koyarım silahı.

(devamı gelecek..)