16 Ağustos 2013 Cuma

Yol (part 1)

"Kötü bir çocukluk dönemi geçirdim. Bunu söylüyorum, çünkü bütün hikaye bundan ibaret."

1976 yılının yazında dünyaya gelmişim. Ortalama sıcaklığın 10 derecenin üzerine çıkmadığı, bir zamanların emektar başkenti Bonn’da. Annem bir striptizciydi. İsmini bile sormadığı Bulgar bir karavancıyla geçirdiği 10 dakikalık bir maceranın ürünüydüm ben. Her şey 1978 yılının yağmurlu ve çamurlu bir sonbahar akşamında başlamıştı aslında. Her ne kadar beynimin içinde o güne ait bir anı yer almasa da, anlatılanları o kadar çok dinlemiştim ki, sanki sinema perdesinde izlemişim gibi kafamda canlandırabiliyordum.

Bir karavan parkında kalıyorduk. Yolun 200 metre yakınına kurulmuş, 14 tane karavanın bulunduğu bir park. Yağmurlu ve fırtınalı bir geceydi. Yoldan geçen bir tır, karavan parkına sığınmış ve geceyi orada geçirip geçiremeyeceğini soruyordu. Karavan parklarında yaşayanlar aile gibidir. İçlerine yeni birilerini almaktan pek hoşlanmazlar. Ancak kendi tırında geceyi geçirecek olan bir adam için fazla endişe duymadılar. Çünkü nasıl olsa sabah olunca yola devam edeceğini sanıyorlardı. Fakat sandıkları gibi olmamış ve tırın şoförüyle yanındaki arkadaşı birer manyak çıkmıştı. Karavan parkındaki 6 kişiyi öldürdüler. Her yer kan gölüne dönmüştü ve civarda yardıma gelebilecek hiç kimse yoktu. En çok duyduğum, belki de çocukluğum boyunca en çok rüyama giren sahne, annemin o adamları elektrikli testereyle öldürdüğü sahneydi. O kadar çok anlatılmış ve bilmek istemediğim o kadar çok ayrıntıya girilmişti ki, annemden nefret etmem için bütün şartlar tam olarak sağlanmıştı.

Yıllar yavaş geçiyordu. Hatta dakikalar, saniyeler.. Her şey anlamsızdı. Okula başlamam gerekiyordu. En yakın okul 22 kilometre uzaktaydı. Dahası, henüz bir kimliğim bile yoktu. Aslında ben yoktum. Hiç doğmamışım gibi dönüyordu dünya. Kimse farkında değildi yaşadığımın. Aldığım nefesin hesabını kimseye vermek zorunda değildim. Resmi olarak bir birey bile değildim. Yaşadığıma dair hiçbir kanıt yoktu.

Bir şekilde kimlik çıkardılar ve parktaki en sözü geçen ama aslında kendisi basit bir pezevenk olmaktan öteye gidememiş olan Dietmar’ın adı yazıldı babam olarak. Belki de gerçek buydu. Belki de kimsenin bilmediği ya da sadece benden saklanan gerçek. Bir süre bunun üzerinde de düşündüm. Dietmar’ın babam olabileceği konusunda. Sonra düşünmeyi bıraktım, çünkü O’nun babam olması hayatımda hiçbir şeyi değiştirmeyecekti. Bir orospu çocuğu olarak doğmuştum ve bir orospu çocuğu olarak da ölecektim. Babamın da annemi pazarlayan bir pezevenk olması bana hiçbir şey kazandırmayacaktı.

Okula ilk başladığımda sınıf öğretmeninin her öğrenciyi tek tek kaldırıp annesinin ve babasının mesleğini sorması ve benim verecek hiçbir cevabımın olmaması hatırladığım en büyük utançtı benim için. Özgüvenim büyük ölçüde sarsılmıştı ve o dönemden sonra kimseyle konuşmamaya başladım. Öğretmen bu soruyu sorduktan sonra gözlerimin içine baktı. Uzun bir sessizlik oldu. Bense içimden kendime şu soruyu soruyordum. “10 yıl sonra ne olacaksın ve nerde olacaksın?” Ne olmak istediğimi bilmiyordum ama emin olduğum bir şey vardı ki, 10 yıl sonra o karavan parkında o fahişelerle yaşıyor olmayacaktım.

Annemin hapiste olduğu dönemde benimle çoğunlukla Dietmar ilgilendi. Tabi buna ne kadar ilgilenmek denirse. Aile ilişkileri o kadar karışıktı ki, kimin normalde neyim olduğunu bilmiyordum bile. Dietmar, teyzemle evliydi. Hem kuzenlerimin babası hem de benim babamdı. Dedem, Dietmar’ın annesiyle evliydi ve Dietmar’ın kız kardeşi de dayımın karısıydı. Ama asıl karışık olan konu bu değildi. Asıl karışık olan, kadınların orospu ve erkeklerinin de pezevenk olmasıydı. Midemi bulandırıyordu. Bir makineli tüfekle hepsini kurşuna dizmek istiyordum.

Dietmar’ın annesi Türk’tü ve yaşadığımız yerdeki en aklı başında olan kadın O’ydu. Can yakan bir hayat hikayesi vardı. Ama pek bahsetmezdi geçmişinden. 1960’lı yıllarda babası askerler tarafından öldürülmüş ve henüz 17 yaşında ve hamile olan Behiye de Almanya’ya kaçmıştı. Almanya’da tesadüfen tanıştığı bir terziyle evlenmiş ve doğan çocuğuna da Dietmar adını koymuştu. Pek anlayışlı olmayan kocası tarafından sürekli dövülen bir kadın olmuştu Behiye. 1975 yılında bir Pazar sabahı kocasıyla yaptığı kavga bardağı taşıran son damla olmuştu ve oğlunu da alıp evi terk etmişti. Yol kenarında otostop çekerken dedem tarafından bulunup karavan parkına getirilmiş ve kalacak yeri olmadığı için de burada yaşamaya başlamıştı. Aslında hiçbir şey kendi isteğiyle gerçekleşmemişti hayatı boyunca. Ne Dietmar’ın doğumu, ne Alman terziyle olan evliliği, ne de dedemle yaptığı evlilik. Hepsi mecburiyettendi. Hepsi hayatta kalmak için verdiği savaşın gerekliliğiydi.

7 yaşındayken bile hissedebiliyordum gözlerine baktığımda O’nun yaşadığı acıyı. Hayatın nasıl canını yaktığını anlayabiliyordum. Sadece “geçecek” demek istiyordum ama biliyordum hiçbir şeyin geçmeyeceğini. Hayat, asit gibiydi. Yakıyordu. Aldığım oksijen ciğerlerimi parçalıyordu. 7 yaşında başladım ölmeye. Yavaş yavaş. En sakin tavrıyla geliyordu Azrail. Ama önce başka canlar vardı alacağı. Bana aldıracağı..

Annem hapisten çıktığında ben 9 yaşındaydım. İyi halden bırakılmıştı ve ülke dışına çıkmamız yasaktı. Onu ilk kez görüyordum. Hayali bile yoktu. İlk kez gördüğüm yabancı bir kadındı benim için. Anke. İsmi kadar tuhaf bir kadındı. Hapisten çıktıktan kısa bir süre sonra o da diğerleri gibi fahişelik yapmaya başladı. Yoldan geçen arabaların uğradığı ve güzel fahişelerin kaldığı küçük bir karavan parkı. Sıkışmıştım. Kim olduğumu bilmiyordum. Orada ne işim olduğunu bilmiyordum. Gidebilecek hiçbir yer yoktu. Kaçabilecek..

Küçükken hayal gücüm o kadar genişti ki, yangın kovasının üzerine sıçramış kırmızı boyayı, annemin öldürdüğü adamlardan birine ait kan olarak hayal ederdim. O günden beri o kova oradan hiç ellenmemiş ve o kan ilk günkü kadar taze bir şekilde kovanın üzerinde duruyormuş gibi. Ama tabi ki bu tamamen benim hayal gücümün mahsulüydü.Tıpkı Anke’nin çocuğu olmadığımı ve günün birinde gerçek ailemin ortaya çıkıp beni oradan kurtaracağını hayal etmem gibi.

Okul hayatını hiç sevmemiştim. Okuldan ve içindekilerden nefret ediyordum. Beni tek anlayan Behiye’ydi ve okuldan sık sık kaçtığımı fark etmesi uzun sürmemişti. Boş zamanlarında bana kendi dilini öğretiyor ve kilden heykel yapmayı gösteriyordu. Dietmar ise daha çok bomba yapımından bahsedip evdeki malzemelerle nasıl patlayıcı yapabileceğimi anlatıyordu. Belki o da farkındaydı, bir gece herkes uyurken bütün karavan parkını ateşe vermek istediğimin. Ve belki de bunu gerçekten istiyordu.

Karavanının yanındaki küçük bahçesinde esrar yetiştiriyordu Dietmar. Genelde sigara yerine ot içerdi. İlkokul yıllarında yaktı ilk sigaramı. Büyük bir cesaretle “Ben de istiyorum” demiştim çünkü. Hiçbir şey söylemeden sigarayı sarmış ve bana uzatmıştı. 7-8 yaşlarındaydım. İçtiğim şeyin adını bile bilmiyordum ama en azından insanı bir süreliğine düşüncelerinden uzaklaştırdığını çok önceden fark etmiştim. Dietmar esrar içtiği zamanlarda daha uysal olurdu. Hiçbir şey düşünmez, kimseye elini kaldırmazdı. Ama eğer bir iş yapması gerekiyorsa, onu yerinden kaldırmak çok zor olurdu. O zaman yine sinirlenir ve öfkeyle etrafındakilere saldırmaya başlardı. Ona “baba” demem için defalarca azar işitip dövülmüştüm ama yine de bunu yapamıyordum. Belki gerçek bir baba gibi davransaydı bunu başarabilirdim. Ama o her şeyi bildiğini iddia eden alkolik bir sapıktı. Bugün bile düşündüğümde onu sevip sevmediğime karar veremiyorum.

(devamı gelecek..)