insanın nefesini kesen soğuk bir cuma gecesiydi. ekim'in 11'i. ankara.
görmeyi hiç ummadığım, aklımın en kuytu köşesinden bile geçmeyen, otursak bir iki bir şey içsek konuşacak bir şey bulamayacağım ve hatta biraz da çekindiğimden gözlerinin içine bile bakamayacağım biriydin sen.
çıkıp geldin o gece. ekim'in 11'inde. daha önceki ve daha sonraki bütün cuma geceleri kadar sıradan bir cuma gecesiydi benim için. ne söyleyeceğimi bilemediğim için havadan sudan konuştuk, yeni işini kutladım. oysa haftalar, belki aylar geçmişti üzerinden. biliyordum. daha önce de kutlayabilirdim, herkesin yaptığı gibi. ama o gün yarım saatlik de olsa konuşacak konumuz kalmazdı o zaman. ilk yarım saatten sonra yaptığımız gibi tüm gece boyunca susardık yine.
baktın bana uzun uzun. dün gibi aklımda ekim'in 11'i. ikimiz de aynı sıkıntılar içindeydik çünkü. birkaç konuşma girişimimiz de başarısız olmuştu. sonrakilerde ise ben zaten kendimde değildim. yanında aldım ilk mdma'yı. koca büyük bir yudum votkayla. benim için sen sadece adını bildiğim, tanımaya her çalıştığımda beton bir duvara çarpmış gibi geri döndüğüm, sonra da kendime kızıp uğraşmaktan vazgeçtiğim bir adamdın. benim için sen ekim'in 11'ine kadar hep bir rende gibiydin. sıcak bir soba, dokununca yakan. çünkü öğrenmiştim bir defa; ağzımı yaktığı için süt, üflüyordum beyaz olan her şeyi.
sana dokunmamayı öğrenmiştim. mecbur kalmadıkça on dakikadan fazla on metre yakınında bulunmamam gerektiğini.. ve korkmuştum belki de deliliğinden, benim kadar deli olabileceğin düşüncesinden. çünkü iki cambaz fazla gelirdi yürüdüğümüz ipe. kaldırmazdı ağırlığımızı. birbirimizin de dengesini bozar, yere çakılırız diye korkmuştum belki de. ya da mağaraların içinde elmas gibi parlayan o oluşumlara bakıp da sahip olmak istemek ama bozulmasın diye vazgeçmek gibi bir gelgit yaşadım içimde. küçükken kardan adamı eve almak isterdim ben hep. benim olsun, yanımda kalsın. ama "erir" derdi annem. sevgimin kardan adamı eriteceğinden korktuğum gibi, sana dokunursam güzelliğinin bozulacağından korktum belki de.
ekim'in 11'inde, o gece, eve dönmek üzereyken tam da, durup da bir şey demeseydin; bakmasaydın gözlerimin içine, alkolden ya da uyuşturucudan değil de acıdan o kadar sarhoş olmasaydık belki de; "üçe kadar say, gitmiş olacağım" diye geçirmezdim içimden. oysa son bakışın vardı bende kalan. bir çorbacıya girerken, belki de farkında olmadan fırlatılmış. içime saplanan bir son bakış vardı içimde. vedalaşmadık. çünkü konuşmaya bir başlarsam, içimde ne varsa dev bir dalga gibi vuracaktı gözlerimin kıyısına. ağzımı açıp tek bir kelime bile edebilecek kadar oksijen yoktu ciğerlerimde. çünkü nefesimi tutuyordum. çünkü göz göze gelmemek için büyük bir çaba sarf ediyor ve bir an önce oradan uzaklaşmak istiyordum.
sonrasında birkaç kez geçti adın cümle içinde, o gece.
anlam verememiştim.
daha önceki karşılaşmalarımızın hepsi, yanlış zamandaymış. hazır mı değilmişiz bilmem ama, sırtımızdaki yükümüz ağır, ellerimiz kirliymiş hep. sesimi duyamayacak kadar sağır, gözlerimi göremeyecek kadar kör, adımı soramayacak kadar yorgunmuşsun. dinlenip gelmişsin. beni bulduğunda oysa, bıraktığın yerde değildim ben. koşmaktan bitap düşmüştüm. elim yorulmuştu sana uzattığım, havada tutmaktan. gözlerim buğulanmış, önümü göremez olmuştum. bir uyuşturucu bağımlısıydım artık. kanıyordum. hem kan kanıyor, hem kanıp inanıyordum. çünkü yaşamaktan vazgeçtiğimde, yarından umudu kestiğimde gördüm seni. "hala umut var" dermiş gibi yolumu aydınlattın. küçücük bir umut tohumu ektin içime. ama suyum yoktu verecek. gözyaşlarım kurumuştu artık, sulayamadım. güneştin. umudum büyüsün diye doğuyordun her sabah. ama su yoktu.
kendimden vazgeçtiğim gün geldin sen bana. ekim'in 11'iydi. soğuk bir cuma gecesi. ankara.
kurumuş bir mandalina fidanını kurtarmaya çalışan bahçıvan kadar sabırlı ve azimliydin. nasıl geçti günler? acım hafiflesin diye acıtıyordum oysa insanların canını. acım bir nebze olsun azalsın diye batırıyordum dikenlerimi. biraz olsun kim olduğumu unutmak için içiyordum. yaptıklarımı, bana yapılanları, canımı yakanları ve canını yaktıklarımı hatırlamamak için batıyordum en dibe. sabah uyandığımda ayılmayayım ve anımsamayayım nerede uyuduğumu diye uyuşturucu kullanıyordum. intihar edemediğim için, beni seven birkaç insana borcum olduğunu düşündüğüm bir hayatı yaşamaya çalıştığım için ölemiyordum. ve ölemediğim için yapıyordum her şeyi. belki de sorumluluktan kaçtığım için. intiharımdan sorumlu olmamak için, kiralık katilimdi uyuşturucu.
benim için 3 yıl kadar uzun süren bir aydı kasım. kasım'ın ilk 12 günü 12 aydır geçmiyormuş gibiydi. soğuktu ama üşümüyordum. soğuktan içimdeki bütün duygular donup buz tutmuştu sadece. 12'sinin gecesinde tuttun elimi, kasım'ın. ve sıcaklığın ısıttı üstü buz tabakası kaplı kalbimi. su oldun ektiğin tohuma. filizlendim.
seni öyle garip seviyorum ki, sevgi 5 harfe sığmıyor. seviyorum demek istemeyeceğim kadar garip seviyorum. çünkü sevdim ben başkalarını da. buna benzemiyordu. böyle bir şey değildi sevmek. seviyorum demek gelmiyor içimden. seviyorum'a sığdıramıyorum seni sevmeyi. bir huzur kaplıyor sadece içimi, ellerini düşününce. gözlerine bakınca bir sıcaklık akıyor saç diplerimden parmak uçlarıma doğru. o kadar içim rahat, o kadar kafam boş; gelecek kaygım yok sanki. yarın için plan yapmak bile anlamsız şimdi. burada ve şu anda, zamanı durdurup seviyormuşum gibi. öncesi olmayan ve sonrası önemsiz bir çocuk masalı biraz. gözlerimi huzurla kapayıp, sesinle dalayım uykuya..
uyusam da yanımda kal.
gözlerimi açtığımda yanımda göremezsem çok korkarım.