24 Ocak 2014 Cuma

eski ama eskimemiş.

Eskiden daha anlayışlıydı insanlar. Kimse apartmanın önünde halı yıkayan "Hatçe Teyze"ye kızmazdı mesela. Hep hamsi kızartırdı Hatice. Bakkalın bozuğu çıkmazsa "Sonra verirsin" derdi müşterilerine. Bütün mahalleyi tanırdı ne de olsa. O küçücük karanlık bakkal dükkanından hiç çıkmazdı ama bilirdi herkesin nerede oturduğunu, kimle evli olduğunu; kimin çocuğu, kimin annesi, kimin babası olduğunu. Çok şaşırırdım ben yokuşun taa başındaki caminin imamını bile tanımasına. Mahalledeki herkes de birbirini tanırdı zaten. Sahi o kadar insan nasıl öğrenmişti birbirinin adını? Kimse sormuyordu oysa birbirine nereli olduğunu ama karşı komşumuz "Köye gittik" dediğinde bilirdim Kırıkkale'de olduğunu köylerinin. Sanki bütün bilgiler yüklü gelmişti beynimize.

Balkondan karşı binanın pencerelerini izlerdim sık sık. Mutfakta yemek pişiren kadının bir metres olduğunu, birinci kattaki yalnız yaşayan teyzenin ziyarete gelen çocuklarını bilirdim. Onların yan apartmanındaki "Almancı aile"yi de bilirdim mesela. Yeşilsu Sokak'ta oturan herkesin renkli kişiliklerini ve pek de kişilikleri kadar renkli olmayan hayatlarını bilirdim.

Eskiden daha güzeldi her şey. İstiklal Marşı'yla kapanan televizyon yayınları güzeldi. "Cuma akşamlarının vazgeçilmez eğlence programı" Bir Başka Gece güzeldi. Parlament Pazar Gecesi Sineması..

Belediye otobüslerindeki metal kutunun içine atılan saman kağıdından yapılmış renkli otobüs biletleri vardı. Büyük bir hırıltıyla giden otobüslerin içindeki yanık kağıt kokusu bir de. Biletler gerçekten yanardı eskiden, mecaz falan değil.  Yazın terden bacaklarımın o suni deriden yapılmış koltuklara yapışmasını severdim otobüs yolculuklarında. Kapalı olsun olmasın her yerde sigara içilirdi, uçaklar da dahil. Mahalleye gelen baloncular, mısırcılar, salıncakçılar vardı. Eski eşyalarını hurdacıya verip leğen ya da mandal alan mahallenin kadınları bir de. Anneannemin balkona yaydığı yünler..

Eskiden her şey daha samimiydi. Daha naiftik biz. Leblebi tozu yerdik mesela. Kimse umursamazdı üzerinde marka olmamasını. O küçük mavi kaplara paket lastiği takan insanların samimiyetine güvenirdik biz leblebi tozu yerken. Pazarcılar sebzeleri dizmezdi. En öne en güzellerini koymazdı elmaların. İnatla limon satmaya çalışan çocukları azarlamazdı kimse. Hep aynı ahenkle "Su" diye bağıran küçük çocuklardan su içerdik. Musluk suyu mu diye düşünmezdi kimse, çünkü hepimiz suyu musluktan içiyorduk. Sonra benzin pompasıyla beyaz bidonlara su dolduran sucular türedi, mertlik bozuldu. İthal eti ucuza satıyoruz artık, buğday alıyoruz yurt dışından. Yıllardır "gelişmekte olan" ama bir türlü gelişemeyen bir ülkeyiz. Bir de "Kadından başbakan mı olurmuş" diyen amcalar haklıymış.

Sonrası hep rezillik, hep entrika. Ama konunun Tansu Çiller'le hiçbir ilgisi yok.

Milenyum, yalancılık çağı demekmiş; hiçbir sözlükte yazmıyor.
Doksanlı yıllardan sonra öğrendik biz yalan söylemeyi. Ya da sadece büyüdük, hepsi bu.