5 Temmuz 2018 Perşembe

"Umut, işkenceyi uzatır."

Birlikte Casablanca'yı kim bilir kaçıncı izleyişimizdi.. Her seferinde aynı sahnede kafasını çevirip bana bakıyordu. Plan yapmayı sevmeyen biri olmam, onun için anlaşılması güç bir mevzuydu çünkü. Öyle planlı programlı bir hayatı vardı ki, programında on dakikalık bir sarkma olması bile imkansızdı. Akşam 8'de görüşeceksek yelkovan tam 12'yi gösterdiğinde kapının önünde olurdu arabası.

Bense hayatım boyunca disiplinli biri olamamıştım. Böyle bir istek de duymamıştım aslında hiçbir zaman.

Bu filmi neden böyle delicesine sevdiğini bir türlü anlayamıyordum. Her seferinde daha fazla dikkatimi verip izlemeye çalışıyordum sebebini anlamak için, ama filmin ilk yarısından sonra konsantrasyonumu sağlamakta bile güçlük çekiyordum.

Oturduğu yerden kalkıp içki büfesine doğru birkaç adım attı. Bana bakıp tam bir şey soracakken, soracağı şeyden vazgeçip içkilerin durduğu vitrine doğru yürümeye devam etti. Evin içinde bile işten geldiği kıyafetleriyle oturmaktan hiçbir rahatsızlık duymuyordu. Jilet gibi ütülü pantolonu, gömleği ve ayna gibi cilalanmış iskarpinleriyle hiç sıkılmadan bütün gece oturabiliyordu. İşten geldiğinde yaptığı tek şey ceketini bir kenara atmak, belindeki silahı berjerin yanındaki sehpanın üzerine bırakmak ve gömleğinin kollarını kıvırmak oluyordu.

Öylesine disiplinli ve programlı bir hayatı vardı ki, bunu anlamsız buluyordum. Her sabah 6'da uyanıp, ormanlığın içindeki parkurda kilometrelerce koşardı. 7'de eve dönüp, duş aldıktan sonra, her sabah istisnasız 7 buçukta işe gitmek için evden çıkardı. Kendi işi olmasına rağmen saat tam 8'de masasının başında olurdu. Bir robot gibi programlanmış hayatında hiçbir sürprize, hiçbir planlanmamış ihtimale yer yoktu.

Böyle bir hayat beni boğardı. O bir sonraki adımında ne yapacağını bilmeden nefes bile alamazdı; aldığı nefeslerin bile günlük hesabını yaptığına dair büyük şüphelerim vardı. Bense bir sonraki adımı bilmenin hayatın bütün büyüsünü bozduğunu düşünüyordum.

Bu yüzden aynı filmi yüzlerce defa sıkılmadan izleyebiliyordu. Her repliği ezbere bildiği halde, aynı memnuniyetle televizyonun karşısında oturabiliyordu. Hayatından bir farkı yoktu aslında. Yaşadığı hayat da aynı filmi defalarca izlemesi gibi ezbere bildiği ve bu yüzden kendini güvende hissettiği bir sığınak gibiydi.

Bardan iki kadeh alıp, şarapların arasından özenle bir şişe seçerek mantarını açtı ve şarabı kadehlere boşalttı. Böylesine keskin yüz hatlarına ve sert mizaca sahip olmasına rağmen hareketleri öyle sakin ve zarifti ki dışarıdan bakıldığında içinde yaşadığı fırtınaları anlamak neredeyse imkansızdı. Gerekmedikçe konuşmaz, uzun cümleler kurmazdı. Bunun sebebi kendini ifade etme problemi olması değil, kelimelerin düşünceleri açıklamakta yeterli olmadığına inanmasıydı. Tek bir bakışıyla ne istediğini anlatabilme yeteneğine sahipti. Her daim öfkeli bakan gözleri, kendi dilini yaratmış ve bu dili de etrafındaki herkese çok doğal yöntemlerle öğretmişti.

Birbirimizden bu kadar farklı karakterlere sahip olmamıza rağmen, yine de kendimi onun yanında güvende hissediyordum. Yalan söylemenin gerekliliğini reddettiği için, bunu yapmaktansa cevap vermek istemediği soruları yanıtsız bırakmayı tercih ediyordu. Onu tanıdığım yıllar boyunca, herhangi birine söylediği tek bir yalana bile şahit olmamıştım. Dürüstlüğün bir erdem olduğunu düşünmüyordum. Bana kalırsa, dürüst olmamak bir eksiklikti. Ve onun bu konuda hiçbir eksiği yoktu.

En yakın arkadaşlarım tarafından hiçbir zaman sevilmemişti. Onu hep soğuk, aksi ve sinir bozucu buluyorlardı. Onun da arkadaşlarımla muhatap olmaya hiç hevesli görünmemesinin de payı vardı elbette bunda. Birlikte geçirdiğimiz zamanlar daha çok bir zorunluluktu. Nişanlar, nikahlar, bağış yemekleri.. Ben ilgisiz olduğum anlaşılmasın diye aptalca bir gülümseme yerleştiriyordum dudaklarıma, onunsa memnun görünmek gibi bir kaygısı hiç olmazdı.

Sonunda bütün arkadaşlarımdan teker teker uzaklaştım. Aradan geçen yıllar beni daha da yalnızlaştırdı. Herkesle iletişimi kopardım. Ne bir telefon numarası, ne bir adres bıraktım ardımda. Karşılaşabileceğimiz mekanların önünden bile geçmedim. Bunun için onu suçlayamam; tamamen bana ait bir karardı. Dikkatimi tek bir şeye yöneltmediğim sürece, aynı yerde aynı kişiyle kalmam imkansızdı.

İnce ve uzun parmaklarıyla şarap kadehine uzandı. İçmeye niyeti yokmuş gibi bir süre kadehteki şaraba daldı gözleri. Söylemek istediği bir şey varmış da, bir türlü doğru kelimeleri bir araya getiremiyormuş gibiydi. Ellerine baktım. Çok güzel elleri vardı. Gözüm bileğindeki saate kaydı. Bir an emin olmak için daha da dikkatli baktım. Saat gece yarısını geçmişti. Her gece tam 12'de yatan biri olduğu için, bu durumu bir an çok yadırgadım. Şarabından büyük bir yudum aldıktan sonra, sessiz ve sakin bir ses tonuyla sordu: "Benimle Abidjan'a gelir misin?"

Abidjan, benim için Kayra demekti. Abidjan benim unutmaya çalıştığım tüm geçmişim demekti. Canımı yakan, canını yaktığım, nefret ettiğim ve benden nefret eden tüm insanların küllerini üflediğim şehirdi Abidjan.

Şimdi elimde tuttuğum Abidjan biletine bakıyorum.
Gidersem geri dönmeyeceğimi biliyorum. Atlas Okyanusu'nun mezarım olacağını biliyorum. Çünkü ben hep Atlantik'te ölmeyi hayal ettim. Gidersem bunun intiharım olacağını biliyorum.
Yaklaşık 15 saat var uçağın kalkmasına.
15 saat, ölmeye karar vermek için çok uzun; yaşamaya karar vermek için çok kısa bir süre.

15 saat, geçmişimi affetmem için yetersiz bir zaman.
Umarım cesedimi balıklar yer.